Yazılar

Ozon tedavisinde bu önerilere dikkat!

Masa başında bilgisayar karşısında uzun süreli ergonomik olmayan çalışma koşulları, hareketsizlik ve yanlış yaşam alışkanlıkları derken, son yıllarda kas ve eklem ağrıları gençlerde de hızla yaygınlaşıyor. Ağrıların yanı sıra kas ve eklem sağlığı ile doğrudan ilişkili olan hareket özgürlüğü de kısıtlanarak günlük yaşam kalitesini önemli ölçüde azaltıyor. Acıbadem Taksim Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Doç. Dr. Mustafa Çorum, “Günümüzde bel ve boyun ağrılarıdan fibromiyaljiye, iltihaplı eklem romatizmasından kas ve eklem hastalıklarına dek birçok önemli sorunun görülme sıklığı hızla artıyor. Ancak bu hastalıkların tedavisinde modern tıbbın sunduğu yenilikçi yaklaşımlar da umut veriyor. Hastanın günlük yaşam konforunu önemli ölçüde düşüren kas ve eklem hastalıklarında öne çıkan yenilikçi yaklaşımlardan biri de ozon tedavisidir. Hem akut hem de kronik durumlarda yalnızca semptomları değil, hastalığın temel mekanizmalarını hedef alan, iltihaplanmayı azaltan, ağrıyı dindiren ve doku yenilenmesini destekleyen bu yöntem yaşam kalitesini artırmada büyük bir rol oynamaktadır. Ancak ozon tedavisinin bazı kişilerde uygulanmaması gerektiği gibi, faydalı olabilmesi için de tedavi sürecinin uzman hekimler tarafından bireyselleştirilmiş bir plan çerçevesinde yürütülmesi şarttır” diyor. Doç. Dr. Mustafa Çorum, kas ve eklem hastalıklarında ozon tedavisinin 6 önemli faydasını, buna karşın kimlerde uygulanmaması gerektiğini anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Doç. Dr. Mustafa Çorum

Doç. Dr. Mustafa Çorum

  • Osteoartrit (Kireçlenme)

Ozon tedavisi eklem kıkırdaklarının korunmasına ve yenilenmesine katkı sağlar. Ozon gazı, hassas bir şekilde eklemlere enjekte edilerek iltihaplanmayı azaltır, doku yenilenmesini teşvik eder, ağrıyı dindirir ve eklem hareketliliğini artırır. Kronik osteoartrit hastalarında düzenli uygulama, yaşam kalitesini belirgin şekilde iyileştirir.

  • Romatoid Artrit (İltihaplı Eklem Romatizması)

Bağışıklık sisteminin düzenlenmesine yardımcı olan ozon tedavisi eklemlerdeki şişlik ve ağrıyı azaltırken hastalığın ilerleyişini yavaşlatır. Ozonun antioksidanın etkisi, bağışıklık sistemi üzerindeki dengesizlikleri giderir ve otoimmün süreçleri hafifletir.

  • Kas yaralanmaları ve zorlanmalar

Sporcularda sık görülen kas zorlanmaları ve yırtıklarında ozon tedavisi iyileşme sürecini hızlandırır. Kas dokusuna veya deri altına yapılan ozon enjeksiyonları, dokuların oksijenlenmesini artırarak hücresel yenilenmeyi destekler, ağrıyı hafifletir ve lokal iyileşmeyi hızlandırır. Bu yöntem aynı zamanda yoğun fiziksel aktiviteye hızla dönmek isteyen bireyler için de ideal bir çözümdür.

  • Fibromiyalji

Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Doç. Dr. Mustafa Çorum, günümüzde çok yaygın görülen hastalıklardan birinin de fibromiyalji olduğunu, ozon tedavisinin fibromiyaljide de fayda sağlayabildiğini belirterek “Kronik kas ağrısı çeken hastalarda ozon tedavisi, ağrı duyarlılığını azaltır ve genel yaşam kalitesini yükseltir. Ozonun nörolojik etkileri, sinir sistemi üzerindeki yatıştırıcı özellikleriyle stres ve yorgunluğu da azaltır” diyor.

  • Bel ve boyun fıtıkları

Bel ve boyun fıtıklarında kullanılan bu yöntem, ozon gazının doğrudan disk içine enjekte edilmesiyle gerçekleştirilir. Disk içi basıncı azaltarak sinir sıkışmalarını hafifletir. Bu sayede hastalar hem ağrıdan kurtulur hem de günlük yaşamlarına rahatça devam eder. Fıtık cerrahisine alternatif veya tamamlayıcı bir yöntem olarak tercih edilir.

  • Tendinit ve Bursit

En sık omuz, dirsek ve kalçada meydana gelen, şişlik ve ağrı ile kendini gösteren bursit ile tendon iltihaplanmalarında ozon tedavisinin anti-inflamatuar özellikleri hızlı bir iyileşme sağlar. Şişlik ve ağrıyı azaltarak hareket kabiliyetini artırır. Bu tedavi, özellikle tekrarlayan hareketlerden kaynaklanan kronik ağrılarda etkilidir.

Ozon tedavisinde bu uyarılara dikkat!

Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Doç. Dr. Mustafa Çorum, ozon tedavisinin mutlaka uzman hekim tarafından yapılması gerektiğini vurgulayarak şöyle diyor: “Ozon tedavisi hastalığın türüne ve şiddetine bağlı olarak değişen bir tedavi planı gerektirir. Tedavi planı, uzman hekimin değerlendirmesiyle bireysel ihtiyaçlara göre belirlenmektedir. Genellikle haftada 1-3 seans uygulanır ve toplamda 6-12 seans arasında tamamlanır. Bazı kronik hastalıklarda ise tedavi süresi daha uzun olabilir.” Dünyada 20. yüzyılın başlarından itibaren medikal amaçlarla kullanılmaya başlanan ve Avrupa’da yaygın olan bu yöntemin ülkemizde de son yıllarda öne çıktığını, buna karşın bazı kişilere bu tedavinin uygulanamayacağını belirten Doç. Dr. Çorum sözlerine şöyle devam ediyor: “Ozon tedavisi güçlü etkileri olan bir yöntem olmasına rağmen, herkes için uygun değildir. Favizm hastalığı olanlar (G6PD enzim eksikliği) ve hipertiroidi hastalarında bu yöntem uygulanmamalıdır. Ayrıca, gebeler ve kontrolsüz kronik hastalığı olan bireyler, pıhtılaşmayı sağlayan trombosit eksikliği için de ozon tedavisi önerilmez. Tedavi öncesinde mutlaka uzman bir hekime danışılmalı ve detaylı bir değerlendirme yapılmalıdır.”

Sağlıklı gözler için bu besinlere sofranızda yer verin!

Son yıllarda göz sağlığımızı tehdit eden unsurlar hızla artıyor. Bilgisayar ve telefon ekranlarına uzun süre ve kesintisiz olarak bakma, güneşin zararlı ışınlarına maruz kalma, sağlıksız beslenme ve geç saatlerde uyuma derken; vücudumuzun en önemli duyu organlarından gözlerimiz giderek bozuluyor. Sağlıklı bir retina tabakası olmadan gözlerimizin doğal görme işlevini yerine getirmesinin mümkün olmadığını, yanlış yaşam alışkanlıklarının ise retinaya zarar verdiğini belirten Acıbadem Taksim Hastanesi Göz Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Ayşe Öner “Sağlıklı bir retina tabakası için; kilo kontrolüne dikkat etmek, düzenli egzersiz yapmak, sigara ve alkol kullanmamak, kanda şeker ve kolestrerolü düzenli takip ettirmek, güneşli havalarda güneş gözlüğü kullanmak, bilgisayar ve telefon ekranı karşısında zaman zaman gözleri dinlendirmek, aşırı tozlu ve kimyasal maddeli ortamlarda gözlerimizi korumak gibi önlemler son derece önemlidir. Tüm bunların yanında göz sağlığına iyi gelen besinlerin tüketilmesine de özen göstermek gerekir” diyor. Gözleri güçlendirmede bazı besinlerin öne çıktığını belirten Prof. Dr. Ayşe Öner, sağlıklı gözler için soframızda yer vermemiz gereken 7 etkili besini sıraladı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Prof. Dr. Ayşe Öner

Prof. Dr. Ayşe Öner

Havuç

Havuç yüzyıllardır göze faydalı olduğu bilinen besinlerden bir tanesidir. Bol miktarda A vitamini içeren, B, C, D ve E vitaminleri açısından da oldukça zengin olan havuç, karoten, şeker ve fosfor içerikleriyle de göz sağlığına katkı sağlar. Günde bir-iki tane orta boy havucun tüketilmesi gözlerimizi korumak ve güçlendirmek için yeterlidir.

Yumurta

Göz Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Ayşe Öner “Yumurta güçlü bir protein, vitamin ve antioksidan kaynağıdır. Ayrıca  C ve E vitamini açısından oldukça zengin besinlerden biridir. Önemli oranda çinko içermesi sayesinde de adeta gözlerimiz için bir hazine görevi görür ve göz hastalıkları riskini düşürür. İçeriğindeki lutein ve zeaxantin sarı nokta hastalığına karşı da koruma sağlar. Günde bir tane yumurta yemek göz sağlığını destekler.

Yeşil sebzeler

Yeşil sebzelerin hepsi göz sağlığına iyi gelir. Ispanak, marul, kara lahana, brokoli ve Brüksel lahanası gibi sebzeler beta karoten, lutein ve zeaxantin içermeleri dolayısıyla özellikle retina açısından faydalıdırlar. Ayrıca yüksek oranda C ve E vitamini içerikleriyle göz sağlığına büyük katkı sağlayıcı özelliğe sahiptirler.

Turunçgiller

Prof. Dr. Ayşe Öner “Meyve tüketimi de göz sağlığı için en az sebze tüketimi kadar önemlidir. Bu noktada en iyi seçenek şüphesiz turunçgillerdir. Mandalina, portakal, limon ve greyfurt gibi turunçgil meyveleri içerdikleri yüksek oranlı C vitamini sayesinde göz sağlığı ile birlikte retina problemlerinin önlenmesinde faydalıdır. İmkanlar dahilinde günde en az 5 porsiyon sebze ya da meyve tüketilmelidir. Sabah kahvaltısı da dahil olmak üzere her öğünde özellikle C vitamininin zengin kaynaklarından olan başta turunçgiller olmak üzere sebze ve meyve tüketimine özen göstermek gerekmektedir. Günlük alınan sebze ve meyvenin en az iki porsiyonu yeşil yapraklı sebzeler veya portakal, limon gibi turunçgiller veya domates olmalıdır” diyor.

Kırmızı Et

Göz sağlığı için et tüketimini de ihmal etmemek gerekir. Protein, demir ve çinko zengini kırmızı et, B grubu vitaminler için de önemli bir kaynaktır. Demir içeriğiyle kansızlığı önleyen ve kan yapımına destek olan kırmızı etteki B12 vitamini sinir sistemi için de kritik rol oynuyor. Kırmızı et tüketimi vücudun çinko ihtiyacını büyük oranda karşıladığı için göz sağlığına da faydası kaçınılmazdır. Haftada 2-3 kez kırmızı et tüketilmelidir. İdeal günlük et tüketimi miktarı ise 70-100 gramdır.

Balık

Balık diğer hayvansal kaynaklı besinlerin aksine doymuş yağ yerine, doymamış yağ asitleri denilen omega3 yağ asitleri içerir. Omega3, vücudun üretmediği ve en fazla balıkta bulunan son derece faydalı bir yağdır. Prof. Dr. Ayşe Öner “Balıklarda yer alan omega-3 ve diğer antioksidan maddeler retina sağlığı açısından önem taşıdığı gibi göz kuruluğuna karşı da bizi korur. Yapılan bazı çalışmalar, haftada iki kez balık tüketen kişilerde sarı nokta hastalığı ve göz kuruluğunun daha az ortaya çıktığını gösterir. Balık, aynı zamanda yağda eriyen vitaminler ve mineral madde bakımından da zengindir. Balıkta A, B grubu vitaminleri (B1, B2, B6, B12), D, K vitaminleri ve iyot bol miktarda bulunur. Her çeşit balık göz sağlığı için faydalı sayılsa da yağlı balıklar sınıfında bulunan ton balığı, somon balığı, hamsi, sardunya, sardalya, alabalık ve uskumru daha çok tercih edilmelidir” diyor.

Kuruyemiş

Yapılan çalışmalara göre; göze iyi gelen bir diğer besin türünün de kuruyemişler olduğunu belirten Göz Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Öner şöyle konuşuyor: “Kuruyemişler antioksidan içermeleri nedeniyle göz sağlığı için son derece yararlıdır. Ayrıca Omega-3 içerikleri de yüksektir. Antep fıştığı, badem, fındık, ceviz, kaju ve ay çekirdeği yüksek miktarda lutein içerir. İdeal olan; kuruyemiş çeşitlerini tümden kavurmadan çiğ olarak tüketmektir. Sarı nokta hastalığı başlangıcı olan kişilere günde birer avuç kuruyemiş tüketmeleri önerilir.”

Her boyun ağrısı, fıtık değildir!

Ofis hastalıkları arasında en sık görülenlerden birini boyun fıtığı oluşturuyor. Özellikle Covid-19 pandemisi döneminde evden çalışma, saatlerce masa başında ekrana kilitlenme ve hareketsizlik derken son yıllarda boyun ağrılarından yakınanların sayısı hızla arttı. Acıbadem Taksim Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. İsmail Yüce “Sürekli bilgisayar ekranına bakma işlemi boyun hareket ve omurga duruşunu ciddi oranda bozarak boyun fıtığına zemin hazırlamaktadır. Masa başı çalışma olarak tanımladığımız sürekli aynı pozisyonda oturmak ve ayrıca bu esnada duruş bozukluğuna maruz kalmak da boyun fıtığının sebepleri arasında yer almaktadır” diyor. Buna karşın her ağrının boyun fıtığı anlamına gelmediğini ve tedavinin çoğunlukla ameliyat gerektirmeden yapılabildiğini belirten Doç. Dr. İsmail Yüce, pek çok kişinin hayatını kabusa çeviren, aynı zamanda verimlilik kaybına da yol açabilen boyun fıtığı hakkında bilinmesi gereken 6 önemli noktayı yanıtladı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Doç. Dr. İsmail Yüce

Doç. Dr. İsmail Yüce

  • Her ağrı, fıtık anlamına gelmez!

Boyun fıtığında ilk akla gelen boyun ağrısı olmakla birlikte aslında tek başına boyun ağrısı nadiren boyun fıtığı kaynaklıdır. Boyun ağrısı çoğunlukla boyun çevresi kaslarından ve omurga diziliminin gerekli eğimde olmamasından kaynaklanır. Bu sorun yaygın olarak ‘boyun düzleşmesi’ olarak tanımlanır.

  • Bu şikayetler eşlik ediyorsa!

Boyun ağrısına eşlik eden kol ya da kollarda ağrı, uyuşma, his ya da kas gücü kaybı şikayetleri var ise ağırlıklı olarak boyun fıtığını düşündürür ve gerekli tetkikler yapılarak kesin tanı konulur.

  • Risk faktörlerine dikkat!

Boyun fıtığı ani ve kontrolsüz şiddetli hareket ya da travma ile kısa sürede meydana gelebilmektedir. Bu nedenle ani hareketlerden ve boyun eklemlerine zarar verecek hareketlerden kaçınmak gerekir. Masa başı çalışma ve özellikle bilgisayar karşısında uzun zaman geçirmek de hareket ve omurga duruşunu bozacağı için zamanla fıtık oluşumuna yol açmaktadır.

  • Masa başında birkaç saniyelik egzersiz bile fayda sağlıyor

Boyun sağlığı için düzenli boyun egzersizlerini ihmal etmemek gerekir. Ofis ortamında da masanızda oturarak basit boyun egzersizlerini birkaç saniye kolaylıkla yaparak boyun sağlığınıza destek sağlayabilirsiniz. Doktorunuzun vereceği egzersizleri düzenli yaparak boyun fıtığının önüne geçebilirsiniz. İlerlemiş ve tedavi edilmemiş boyun fıtığı kalıcı hasara hatta felce bile neden olabilir.

  • Ne zaman ameliyat gerekir?

Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. İsmail Yüce “Öncelikli olarak boyun fıtığı olan hastalarımızın çok azını ameliyat ederek tedavi ediyoruz. Konservatif tedaviler dediğimiz cerrahi dışı tedaviler ilk seçeneklerimiz olmaktadır. Boyun çevresi kaslarını güçlendirici egzersizler ve fizik tedavi uygulamaları, bunların arasında ilk sıralarda yer alır. Cerrahi tedavinin öncelikli sebepleri şiddetli, dayanılmaz, ilaç tedavisine yanıt vermeyen ve hayat kalitesini bozan ağrı, kol ya da kollarda güçsüzlük, his kaybı şikayetleridir” diyor.

  • Kapalı ameliyat (Minimal invaziv cerrahi) iyileşme süresini kısaltıyor

Boyun fıtığında minimal invaziv cerrahi denilen kapalı ameliyat ile omurgaya yabancı cisim koymadan sadece bası oluşturan disk bölümünün çıkarılabildiğini belirten Doç. Dr. Yüce şöyle konuşuyor: “Minimal invaziv cerrahi tedavilerde omurgalar arasına materyal konulmadığı ve boyun omurga dinamiği bozulmadığı için ameliyat sonrasında boyunluk kullanımı gerekmemektedir. Ameliyatın ertesi günü hasta taburcu edilmekte ve yaklaşık 20 gün sonra normal hayatına dönebilmektedir. Kol ya da kollarda güçsüzlük cerrahi tedavi sonrasında devam ediyor ise fizik tedavi süreci tedaviye dahil edilecektir.”

İnsülin direncine karşı etkili yöntemler!

Kendinizi sürekli yorgun hissediyor, yemek sonrası koltukta uyuyakalıyor, gün içerisinde iştahınız bir açılıyor bir kapanıyor, başınızın ağrısından mı yakınıyorsunuz? Bu tür şikayetlerinizin altında insülin direnci sorunu yatıyor olabilir! Acıbadem Taksim Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Betül Bal “İnsülin direncinin görülme sıklığı dünyada olduğu gibi ülkemizde de son yıllarda hızlı artış gösteriyor. Özellikle genç yaşlarda da artık insülin direnci sorunu ile çok sık karşılaşıyoruz. Bunun altında yatan temel etkenler ise sağlıksız beslenme alışkanlıkları ve hareketsizlik. İnsülin direnci olan kişilerde kan şekerini dengede tutmak için salgılanması gereken insülin miktarı artar. Bu artış vücutta enflamasyona yol açar ve zaman içinde Tip 2 diyabet dediğimiz ciddi hastalığa evrilebilir. Ayrıca bu kişilerde kolesterol yüksekliği, yüksek tansiyon ve damar tıkanıklığı gibi hastalıklar da daha sık görülmektedir” diyor. Günlük yaşam alışkanlıklarında yapılacak bazı basit değişikliklerle önemli bir fayda sağlanabileceğini belirten Dr. Betül Bal, insülin direncini dengede tutmak için alınması gereken 6 etkili önlemi anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Dr. Betül Bal

Dr. Betül Bal

  • Kahvaltıda protein tüketin

Günün ilk öğünü olan kahvaltıyı kesinlikle poğaça, börek ve simit gibi karbonhidrat yüklü hamur işleriyle değil; protein, yağ ve karbonhidrat açısından dengeli şekilde besinlerle yapın. Özellikle protein ve lif açısından zengin ve düşük glisemik indeksli bir öğün yapmak gün içerisinde iştah kontrolüne yardımcı olur.

  • Yemekten sonra 15 dakika yürüyün

Gün içerisinde hareket miktarınızı artırın. Özellike masa başı çalışıyorsanız; mutlaka arada bir düzenli olarak kalkıp ofis içinde yürüyün. Öğle tatilinde dışarıda kısa da olsa yürüyüş yapın. Örneğin; öğün sonrası yapılan 15 dakikalık kısa yürüyüşler bile yemekle vücuda alınan besinlerin hücresel düzeyde enerji olarak kullanımına olanak sağlar, böylece insülin salgısını azaltır.

  • Yemeğe salata veya sebze ile başlayın

Yemeğe salata/sebze yiyerek başlamak lif alımınızı artırarak ardından gelen besinlerin oluşturacağı kan şekeri yükseltici etkiyi azaltır, böylece insülin salgınızın dengede olmasına yardımcı olur. Ayrıca lif alımı tokluk süresini de uzatacağı için gün içerisindeki kan şekeri ve insülin dalgalanmalarını azaltır. İştah kontrolüne yardımcı olur.

  • Çok sık atıştırmayın

İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Betül Bal “Gün içerisinde çok sık atıştırmak, öğün aralarında sık sık ara öğün yapmak insülin direnci olan kişilerde istediğimiz bir beslenme şekli değildir. İnsülin direncinde amacımız vücuda olabildiğinde az insülin salgılatmaktır. Dolayısıyla eğer yaşam tarzınız, yaşınız ve sağlık durumunuz elverişli ise beslenme uzmanı eşliğinde olmak şartıyla ‘aralıklı oruç’ deneyebilirsiniz.

  • Aç karnına tatlı yemeyin

Tatlı tüketirken dikkatli olun. Şerbetli, hamurlu ve yağda kızartılan tatlılar yerine sütlü tatlıları tercih edin. Yemekten önce tatlı tüketmekten kaçının. Küçük porsiyonlarda ve yemek sonrası tüketmek, aç karnına tatlı tüketmekten daha az insülin salgısına neden olacaktır.

  • Düzenli egzersiz yapın

İnsülin direnci olan kişiler mutlaka her gün düzenli olarak egzersiz yapmalıdır. Egzersiz hücrelerin insüline karşı hassas olmasına yardımcı olur. Haftada en az üç gün mutlaka bir saat tempolu yürümeye çalışın.

“Skolyoz ameliyatı olursam felç kalırım!” düşüncesi doğru değil!

“Skolyoz ameliyatı olursam felç kalırım!” düşüncesi doğru değil!

Omurganın 10 dereceden fazla yana eğilmesi ile tanımlanan skolyoz önemli bir toplumsal sağlık problemi olarak karşımıza çıkıyor. Eğrilik ileri boyutlara vardığında sadece estetik sorun olmakla kalmayıp akciğerlerin ve kalbin sağlıklı işlemesini engelleyerek nefes almayı ve dolaşımı zorlaştırıyor. Erken teşhis edildiğinde çok iyi bir düzelme sağlanabilmesine rağmen toplumda bazı yanlış bilgilerin bu fırsatın kaçırılmasına neden olabildiğini belirten Acıbadem Taksim Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Tezer, Haziran ayı-Skolyoz Farkındalık Ayı kapsamında yaptığı açıklamada, toplumda doğru sanılan yanlış bilgiler hakkında bilgiler verdi, çok önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Prof. Dr. Mehmet Tezer

Prof. Dr. Mehmet Tezer

Skolyoz sadece anne babadan çocuğa geçer: YANLIŞ

DOĞRUSU: Pek çok hastalıkta olduğu gibi skolyozda da genetik aktarım söz konusudur. Yani anne babadan geçen genler çocuğa aktarıldığı için eğer genetik olarak skolyoz eğilimi varsa bu çocuklarda risk artmaktadır. Birkaç nesil hiç skolyoz görülmeyen ailelerde bile skolyoz bir birkaç sonraki nesilde ortaya çıkabilir. Dolayısıyla “Bizim ailemizde hiç skolyoz hastası yok” sözü çok doğru kabul edilmemelidir. Ancak tek başına genetik faktörler de skolyozun oluşumu için tam olarak yeterli değildir. Başka birçok etken de skolyoz oluşumuna yol açabilmektedir.

Skolyoz olsa mutlaka ağrı hissedilir: YANLIŞ

DOĞRUSU: Bazı enfeksiyon durumları ve bazı tümör problemleri nedeniyle oluşan kimi skolyoz aynı zamanda ağrılı olabilir ancak skolyozların hemen tamamına yakını ağrısız bir hastalıktır. İleri derecede skolyoz olan ve fonksiyonel durumu etkilenen hastalarda ise fonksiyonel ağrı yani kas ve eklem ağrıları görülebilir ancak bunlar klinik olarak daha az öneme sahiptir. Bilinen pek çok ağrılı hastalığa kıyasla skolyoz ağrısız bir hastalık olarak kabul edilmektedir.

Skolyoz sadece ameliyat ile tedavi edilebilir: YANLIŞ

DOĞRUSU: Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Tezer “Skolyoz hastalığının ameliyat devresinden önce kesinlikle egzersiz ve/veya korse tedavisi ile izlenmesi ve ameliyatsız tedavi edilebilmesi söz konusudur. En önemli konu; hastalığın erken evrelerde daha küçük derecelerde yakalanabilmesidir. Bu sayede önemli sayıda hasta ameliyatsız sağlığına kavuşabilmektedir” diyor.

Kötü duruş skolyoza neden olur: YANLIŞ

DOĞRUSU: Skolyoz hem kalıtsal temelleri hem de oluş sebepleri çok daha farklı bir hastalıktır. Büyümekte olan çocukların gerek okulda gerek günlük yaşamda gerek okul dışı yaşamlarında fizyolojik olarak yanlış pozisyonlarda durmaları omurgada problemlere yol açabilmektedir. Bunların genellikle adı postural yani duruşa ait omurga bozuklukları olarak nitelendirilir. Bu omurga bozuklukları yani eğrilikleri veya kamburlukları duruş eğitimi verilerek çok nadiren korse desteğiyle ve egzersiz programlarıyla düzeltilebilmektedir. Bir çocuğun gerçek skolyoz olması durumunda kötü duruş bozuklukları hastalığın şiddetini artırabilir ama bu skolyozun sebebi olarak kabul edilmez.

Bazı sporlar skolyoza neden olur, bazıları skolyozu önler: YANLIŞ

DOĞRUSU: Özellikle yüzme ile ilgili genelde eksik ve yanlış bilinen şey; yüzme sporu yapılmakla skolyozun düzeleceği şeklindedir. Oysa bu doğru değildir hatta bazı durumlarda yüzme düzeltmenin aksine skolyozda artmalara sebep olabilmektedir. O nedenle skolyoz olan çocuklarda hangi sportif faaliyetin ne düzeyde ne şiddette uygulanacağı hekimler tarafından yönlendirilmelidir. Doğru yapılan sportif bir faaliyetin eğer çocukta altta yatan bir skolyoz yoksa skolyoza sebep olacağı endişesi ise yersizdir. Her sporun kendine ait özellikleri dikkate alınarak çocukların sportif olmaları sağlanmalıdır.

Skolyoz ameliyatı olan hastalar bir daha spor yapamazlar: YANLIŞ

DOĞRUSU: Prof. Dr. Mehmet Tezer “Skolyoz ameliyatı olanların bir daha spor yapamayacakları düşüncesi temelde doğru değildir. Klasik ve yeni geliştirilen cerrahi yöntemlerle ameliyat edilen hastalar hekimlerinin ve fizyoterapistlerinin uygun göreceği sporları uygun dozda ve şiddette yapabilmektedirler. Skolyoz ameliyatı bireyin spor yapma özgürlüğünü değiştirebilmekte fakat kısıtlamamaktadır” diyor.

Skolyozda cerrahi tedavi 18-20 yaşına kadar yapılamaz: YANLIŞ

DOĞRUSU: Skolyoz ameliyatı ihtiyaç olduğu taktirde yapılabilmektedir. Doğuştan olan skolyozlarda genellikle 5 yaşın altında bile ameliyatlar gerçekleştirilmektedir. Ancak skolyozun derece ve denge hesaplamalarına, şiddetine göre ameliyat zamanları erken yaşlardan ergenlik bitimine yani 18-20 yaşlarına kadar uygulanabilmektedir ve ameliyat gereken hastaların hemen tamamı bu yaş aralıklarında ameliyat edilmektedir. Ancak tanısı geciken hastalar 18-20 yaşından sonra da uygun yöntemlerle ameliyat edilebilir.

Skolyozu olanlar ve skolyoz ameliyatı geçirenler doğum yapamaz: YANLIŞ

DOĞRUSU: Skolyoz hastalığı ve skolyoz ameliyatları bireyin diğer alanlardaki normal yaşamlarını sanıldığının aksine etkilememektedir. Ancak bel omurgasının eğrilikleri ya da ameliyatla omurganın dondurulması hadisesi normal doğum faaliyetlerini etkileyebildiğinden bunun kararını kadın hastalıkları ve doğum uzmanları verir ve bazı hastalarda normal fizyolojik doğum yerine sezaryen gibi ameliyat teknikleri kullanılarak doğum gerçekleştirilebilir.

Omurga ameliyatları çok risklidir: YANLIŞ

DOĞRUSU: Her cerrahi uygulamanın kendine ait, anesteziye ait riskleri vardır ama bu riskler bütün ameliyatlarda belirli oranlarda söz konusudur. Ameliyat olacak kişinin gerekli diğer branşla ilişkilendirilebilecek durumları yeterince incelendikten sonra bu riskler ortaya konabilir. Bu riskler araştırılmadan ve gerekli analizler yapılmadan hastalık ve ameliyatı ile ilgili risklerden bahsetmek yanlıştır.

Skolyoz ameliyatı olursam felç kalırım: YANLIŞ

DOĞRUSU: Prof. Dr. Mehmet Tezer “Omurga ameliyatı olacak hastalar için bir şehir efsanesi şeklinde felç olur düşüncesi doğru ve tıbbi bir düşünce değildir. 100 binlerce hasta omurgasından skolyoz ve değişik sebeplerle ameliyat edilmektedir. Sadece cerrahi uygulamaya ait olarak nitelendirilebilecek felç hastalığı sanılandan çok çok daha azdır. Günümüzde gelişmiş cerrahi tecrübe, ameliyat sırasında uygulanan radyolojik incelemeler, sinirleri ölçen nöromonitörizasyon gibi tekniklerin ameliyatta kullanılması, 3D yazıcılarla yapılan ameliyat öncesi görüntüleme analizleri ve maket çalışmaları, robotların omurga cerrahisi ameliyathanelerine girmiş olması, artık hastaların ameliyat öncesi dönemde erken yakalanmaları ve buna benzer pek çok sebeplerle felç riski yok denecek kadar azalmıştır” diyor.

Boy uzatma ameliyatı ile ne kadar uzamak mümkün?

Boy uzatma ameliyatı ile ne kadar uzamak mümkün?

“Çocuğumun boyu arkadaşlarına göre çok kısa!”, “Akranlarına göre daha mı yavaş büyüyor?”, “Genetik olarak kısa mı kalacak?” “Bizim ailede herkes kısa boylu ama çocuğumun da kısa kalmasını istemiyorum.” Bu ve benzeri düşüncelerle birçok anne baba, çocuğunun boyunun uzamasına yönelik araştırmalar yapıyor. Kimileri doktora danışırken kimileri ise yanlış besin takviyeleri ile hatalı ve zorlayıcı egzersizlere yönelebiliyor, yanıltıcı bilgileri uygulayabiliyorlar. Ancak dikkat! Acıbadem Taksim Hastanesi Çocuk Ortopedisi Uzmanı Doç. Dr. Barış Görgün, bilinçsiz uygulamaların, çocukların fiziksel gelişimi için risk oluşturabildiğini vurguluyor. Son yıllarda giderek daha fazla ilgi gören boy uzatma ameliyatının ehil ellerde, doğru zamanda ve uygun kişilere yapıldığında yüz güldürücü sonuçlar sağlayabildiğini belirten Doç. Dr. Görgün, boy uzatma ameliyatları hakkında en sık sorulan 7 soruyu yanıtladı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Doç. Dr. Barış Görgün

Doç. Dr. Barış Görgün

SORU: Her çocuğa boy uzatma ameliyatı uygulanabilir mi?

CEVAP: Tıbbi amaçlı gerçekleştirilen boy uzatma işlemlerinde herhangi bir yaş sınırı bulunmamaktadır. Kozmetik amaçlı yapılan boy uzatma işlemleri ise yalnızca 18 yaşından sonra tercih edilebilmektedir. Her vaka bireysel olarak değerlendirilmelidir. Uygunluğa karar verirken fiziksel muayene ile birlikte radyolojik yöntemler de kararımızı etkilemektedir.

SORU: Hangi durumlarda boy uzatma ameliyatı gereklidir?

CEVAP: Boy uzatma ameliyatı, bacaklar arasında uzunluk farkı olan çocuklarda uygulanabileceği gibi ciddi boy kısalığına neden olan hastalıklarda veya doğuştan gelen ya da travma sonrası oluşan deformitelerin düzeltilmesinde de tercih edilebilir. Ayrıca çeşitli sebeplerden dolayı kısa boylu olduğunu düşünen yetişkinlere de kozmetik nedenlerle bu cerrahi işlem yapılabilmektedir. Akondroplazi (doğuştan cücelik) gibi genetik sendromlar, bacak uzunluk farkları, doğuştan gelen kemik gelişim bozuklukları ve travma sonrası oluşan kemik kısalıkları gibi durumlarda boy uzatma ameliyatı yapılabilir.

SORU: Ameliyat sonrası boy ne kadar uzayabiliyor?

CEVAP: Çocuk Ortopedisi Uzmanı Doç. Dr. Barış Görgün “Ameliyat sonrası günde ortalama 1 mm’lik bir uzatma sağlayacak şekilde toplamda yaklaşık 5-8 cm’ye kadar boy uzaması beklenir. Bu miktar; hastanın yaşına, kemik yapısına ve diğer bireysel faktörlere bağlı olarak değişebilir. Şayet daha yüksek bir miktarda uzatma hedefleniyorsa bu işlem birden fazla cerrahi seans ile mümkün olabilmektedir” diyor.

SORU: Hangi yöntemlerle boy uzatılabiliyor?

CEVAP: Boy uzatma ameliyatı kemiklerin cerrahi müdahale ile uzatılması işlemidir. Bu işlem, kemiğe uygulanan özel cihazlar ve teknikler kullanılarak gerçekleştirilir. Boy uzatma cerrahisinde; bireyin kemik kalınlığına, kemik yapısına ve sağlık durumuna bakılarak en az riskle uzatılabilecek miktar ve yöntem seçilir. Bu cerrahilerde geleneksel olarak kemiğe dışarıdan uygulanan ve ameliyat sonrasında cildin dışından da görülebilen cihazlar kullanılabildiği gibi, son yıllarda tamamı kemik içerisinde bulunan ve uzaktan kumanda ile kontrol edilebilen cihazlar da kullanılmaya başlanmıştır.

SORU: Ameliyatın başarı oranı nedir?

CEVAP: Doç. Dr. Barış Görgün “Boy uzatma ameliyatlarının başarı oranı yüksektir. Ancak başarı oranı; hastanın genel sağlık durumuna, tedaviye uyum sürecine ve ameliyat sonrası bakımında gerekli kurallara dikkat etmesi ile doğrudan ilişkilidir. Doğuştan kısa uzuvlu bir hastamızın ameliyat sonrası yüzme şampiyonu olması bizi gururlandırmıştı. Yine, cücelik (akondroplazi) tanılı bir çocuk hastamız sosyal yaşama adapte olamıyordu. Asansör düğmelerine boyu yetişmiyor, okulda sınıf veya tuvaletin kapısına boyu yetişmiyordu. Günlük yaşamını kolaylaştırmak amacı ile yaptığımız boy uzatma cerrahisi ile erişebilirliği arttı” diyor.

SORU: Ameliyat sonrası bakım nasıl olmalıdır?

CEVAP: Ameliyat sonrası bakım; düzenli pansuman, fizik tedavi ve doktor kontrollerini içerir. Ayrıca, enfeksiyon riskine karşı dikkatli olunmalı ve doktorun tüm talimatlarına uyulmalıdır.

SORU: Ameliyat sonrası iyileşme süreci nasıldır?

CEVAP: İyileşme sürecinin bireysel farklılıklar gösterdiğini ve genellikle 6-12 hafta arasında sürdüğünü belirten Doç. Dr. Görgün “Bu süre, boyu uzatma miktarına bağlı olarak değişmekle birlikte süreç boyunca fizik tedavi desteği ve düzenli hekim takibi gerektiği unutulmamalıdır. İyileşme süreci tamamlandıktan sonra çocuklar normal aktivitelerine dönebilirler. Ancak spor ve yoğun fiziksel aktivitelere hekim kontrolünde başlanmalıdır” diyor.

Dikkat! Bu hastalık gençlerde de yaygınlaşıyor!

Dikkat! Bu hastalık gençlerde de yaygınlaşıyor!

Birkaç yıl önce tüm dünyayı kasıp kavuran Covid-19 pandemisi geride kalırken, ülkemizde bazı hastalıkların görülme sıklığını artırmasıyla kalıcı izler bıraktı. Bunlardan biri de ayak bileğinde kıkırdak sorunları oldu! Acıbadem Taksim Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Tahir Öğüt “Son yıllarda ayak bileğine yönelik şikayetlerin görülme sıklığında artış yaşanıyor. Bunda büyük ölçüde pandemi döneminde hareketsiz yaşam tarzı nedeniyle alınan kiloların da etkisi var. Ayak bileğinde kıkırdak sorunları artık sadece ileri yaşta değil, genç hastalarımızda da karşımıza çıkıyor. Sorun ötelendiğinde ise tedavisi çok güç bir hal alabiliyor” diyor. Prof. Dr. Tahir Öğüt, ayak bileği kıkırdak sorunlarının yol açtığı şikayetleri anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Tüm gün boyunca bedenimizin yükünü taşıyan, hareket etme, yürüme, koşma gibi önemli fonksiyonları yapmamızı sağlayan, ancak herhangi bir sağlık sorunu ortaya çıktığında doktora başvurmanın en çok ihmal edildiği organımız ayaklarımız… Son yıllarda sadece yaşlılarda değil gençlerde de ayak sağlığına yönelik sorunların artış gösterdiğini belirten Acıbadem Taksim Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Tahir Öğüt “Ayaklarımız 26 kemik, 33 eklem ve yüzü aşkın tendon, kas ve bağdan oluşan çok karmaşık ve bir o kadar da muhteşem bir mimari yapıdır. Yeryüzüyle ilişkimizi de aslında ayaklarımızla kurarız. Ancak ne yazık ki ayak sağlığına gereken önem ülkemizde de verilmiyor. Uygun olmayan ayakkabı seçimi, aktivite ve spor esnasında oluşan incinmeler, travma sonucu yaralanmalar, metabolik ve sistemik sorunlar gibi birçok etken ayak bileğimizin yapısını ve yürüme fonksiyonumuzu bozarak günlük yaşantımızı ızdıraplı bir hale getirebiliyor” diyor.

Prof. Dr. Tahir Öğüt

Prof. Dr. Tahir Öğüt

Bu şikayetlerde artış görülüyor!

Her eklem gibi ayak bileği eklemini oluşturan kemiklerin de kıkırdaklarla kaplı olduğunu belirten Prof. Dr. Öğüt, bazen travma ya da metabolizmal bozukluklar sonrası bazen de hiçbir nedeni olmadan kıkırdakların zarar görebildiğini, tedavide geç kalındığında ise medikal uygulamalarla iyileşme şansının yerini cerrahi gerekliliğe bırakabildiğini söylüyor. Özellikle tüm dünyayı kasıp kavuran Covid-19 pandemisi sürecinde eve kapanma zorunluluğunun aşırı kilo alımı, hareketsizlik ve doktora başvurmanın ötelenmesi gibi nedenlerle ayak bileği sorunlarını da büyük ölçüde artırdığını vurgulayan Prof. Dr. Tahir Öğüt “Son dönemde sıklıkla ayak bileğinde ağrı, şişlik ve hareket kısıtlılığı gibi şikayetler nedeniyle başvurularda artış yaşanıyor” diyor.

Acıbadem Taksim Hastanesi

Tedavide bu yöntem altın standart

Ayak bileği kıkırdak yaralanmalarında kireçlenmeden farklı olarak eklemin lokal bir alanında hasar izlenirken, bu duruma genellikle kıkırdak altında kalan kemik hasarı da eşlik ediyor. Bu yaralanmalar sıklıkla burkulma veya kırık gibi travmalar sonrasında oluşurken, basma bozuklukları ve genetik etkenlerin de kıkırdak yaralanmalarının oluşmasında rol oynadığını belirten Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Tahir Öğüt tedavi sürecine yönelik şöyle konuşuyor: “Kıkırdak sorunlarında tedavi; hastanın şikayetleri, şikayetlerin başlangıç süresi ve lezyonun büyüklüğü gibi faktörler ışığında planlanır. Eklemin kısıtlı bir alanını ilgilendiren bu yaralanmaların cerrahisinde sıklıkla artroskopik yöntemler tercih edilmektedir. Lezyonun büyüklüğüne göre hasarlı alanı sadece temizlemek yeterli gelebildiği gibi, büyük ve derin lezyonlarda artroskopik olarak temizleme sonrası oluşan boşluğun doldurulup özel bir kapatıcı malzeme ile kapatılması tercih edilebilir. Bunun dışında cerrahi müdahale sonrasında uygulanacak kemik iliği aspirasyonu/kök hücre uygulamaları ile de oluşacak onarım kıkırdağın kalitesini artırabilir.”

Kalp sağlığınız için spor yaparken bu hatalara düşmeyin!

Kalp sağlığınız için spor yaparken bu hatalara düşmeyin!

Yazın yaklaşmasıyla özellikle fazla kilolardan kurtulmak ya da sıkı bir vücuda sahip olmak amacıyla pek çok kişi spora yöneliyor. Yapılan bilimsel çalışmalar; düzenli yapılan sporun genel vücut sağlığıyla birlikte kalp sağlığını da önemli ölçüde desteklediğini gösteriyor. Ancak dikkat! Zira bazı kurallara dikkat etmezseniz kalbinize fayda yerine zarar verebilir hatta kalp krizi riskini artırabilirsiniz! Acıbadem Taksim Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Turfan “Türkiye, kalp hastalıkları açısından riskli bir ülke konumundadır. Bu durum, kalp sağlığını korumak için spor yapmanın ne kadar önemli olduğunu açıkça gösteriyor. Buna karşın bazı kurallar göz ardı edildiğinde istenmeyen sonuçlara neden olabilir ki özellikle kalp hastalığı öyküsü olan kişiler için bu risk daha fazladır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre, Türkiye’de her 10 ölümden 4’ü kalp ve damar hastalıklarına bağlıdır. Türkiye’de her yıl yaklaşık 200 bin kişi kalp krizi, 100 bin kişi de beyin kanaması ve felç geçirmektedir” diyor. Prof. Dr. Murat Turfan spora başlamadan önce ihmale gelmez 3 kuralı anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Prof. Dr. Murat Turfan

Prof. Dr. Murat Turfan

  • Doğru sporu seçin!

Sağlık durumunuza, yaşınıza ve kondisyonunuza uygun olmayan sporları yapmaktan kaçının. Bu kriterler açısından kendinize en uygun sporu seçmeniz önemlidir. Ayrıca,  keyif almanızı sağlayacak ve günlük yaşantınızı zora sokmayacak programlama yapabileceğiniz bir spor seçmeniz de motivasyonunuzu yüksek tutacaktır. Prof. Dr. Turfan “Yeni başlayanlar için yürüyüş, bisiklete binme veya yüzme gibi düşük yoğunluklu egzersizler idealdir. Daha deneyimli sporcular koşu, tenis veya basketbol gibi daha yüksek yoğunluklu egzersizler yapabilir. Kronik bir hastalığınız varsa, doktorunuza hangi sporların sizin için uygun olduğunu sorabilirsiniz” diyor.

  • Yavaş başlayın!

Ani ve yoğun egzersizlere başlamak kalp hastalıklarına hatta kalp krizine neden olabilir! Bu nedenle kademeli olarak ilerleyen bir program uygulamak önemlidir. Vücudunuzun yeni egzersiz programına uyum sağlaması için ilk haftalarda kısa süreli ve düşük yoğunluklu egzersizler yapmanız önerilir. Yavaş başlamak; sakatlanma riskini azaltır, motivasyonunuzu korumanıza yardımcı olur, vücudunuzun egzersiz programına uyum sağlamasına zaman tanır. Prof. Dr. Turfan bu noktada şu önerilerde bulunuyor: “İlk hafta 10-15 dakikalık egzersizlerle başlayabilirsiniz. Her hafta egzersiz sürenizi ve yoğunluğunuzu kademeli olarak artırabilirsiniz. Vücudunuzun sinyallerini mutlaka dinleyin. Özellikle göğüs, kas, baş ağrısı, baş dönmesi ya da nefes darlığı gibi şikayetleriniz olursa dinlenmeli ve mutlaka doktora başvurmalısınız. Vücudunuzun susuz kalmaması için de bol su içmeye özen göstermelisiniz.”

  • Düzenli olun!

Haftada en az 3-5 gün, en az 30 dakika egzersiz yapmak kalp sağlığınız için idealdir. Düzenli egzersiz; kalp kaslarını güçlendirmeden kan basıncını düşürmeye, kolesterolü dengelemeden stresi azaltmaya dek vücuda birçok fayda sağlar. Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Turfan egzersizleri bazen hiç yapmayıp bazen de aşırı yüklenmenin kalbi olumsuz etkileyebildiğini belirterek, egzersizin günlük rutinin bir parçası haline getirilmesi gerektiğini vurguluyor.

Çiçeği burnunda anne-babalara altın öneriler!

Çiçeği burnunda anne-babalara altın öneriler!

Şüphesiz aylardır büyük bir özenle karnınızda taşıdığınız bebeğinizi sağ salim dünyaya getirebilmek için kah endişelendiniz kah neye benzeyeceğinin, nasıl ses çıkaracağının hatta nasıl hissedeceğinin hayalini kurdunuz. Nihayetinde uzun bir maratonu başarıyla tamamlayarak minik yavrunuzu kucağınıza aldınız. Şimdi ise önünüzde yeni bir süreç başladı; bu kez bebeğinizin bakımı ile ilgili gerek doktorunuzdan gerek okumakta olduğunuz kitaplardan gerekse arkadaşlarınız ve akrabalarınızdan bilgi edinmeye çalışıyorsunuz. Her çiçeği burnunda anne gibi sizin de aklınızda pek çok soru bulunuyor. İşte, Acıbadem Taksim Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Yenidoğan Yoğun Bakım Uzmanı Dr. Muhammet Ali Mutlu doğum sonrası ilk 28 günü kapsayan yenidoğan döneminde en çok sorulan soruları yanıtladı. Soruların adeta havada uçuştuğu bu süreçte ilk kez ebeveyn olan anne ve babaların sorunlar karşısında strese kapılmadan olaylara yaklaşmalarını tavsiye eden Dr. Mutlu “Pek çok ebeveyn, bu heyecan verici ama çoğu zaman zorlu ilk haftalarda bebeklerine nasıl bakacaklarını öğrenmeye çalışır. Konu yenidoğan bakımının planlanması gibi bir görev olduğunda, ilk kez ebeveyn olan anne ve babanın, bebekleri için neyin normal, güvenli ve sağlıklı olduğu hakkında doğru ve güvenilir bilgilere ulaşması çok önemlidir” diyor. Dr. Muhammet Ali Mutlu, yeni doğan bebeğin bakımı hakkında en sık sorulan 12 soruyu yanıtladı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Dr. Muhammet Ali Mutlu

Dr. Muhammet Ali Mutlu

SORU: Bebeğimin ne kadar ağlaması normaldir?

CEVAP: Amerikan Pediatri Akademisi’ne göre yenidoğanların günde bir-dört saat ağlaması normaldir. Bebekler iletişim kurmanın bir yolu olarak ağlarlar; aç, rahatsız, uykulu olabilirler veya bezi kirlenmiş olabilir. Zamanla bebeğinizin ağlama biçiminden ne anlatmaya çalıştığını çözebileceksiniz. Ancak yoğun şekilde ağlıyorsa, kolik ya da başka bir nedenden kaynaklanmadığını netleştirmek için doktorunuza danışabilirsiniz.

SORU: Yeni doğmuş bir bebek ne kadar uyumalı?

CEVAP: Yenidoğanlar günde toplam 16-17 saat uyurlar ancak bir seferde yalnızca 1-3 saat kesintisiz uyuyabilirler. Her bebeğin uyku ihtiyacı farklılık gösterir. Bazı bebekler nispeten hızlı bir şekilde uyanıp tekrar uykuya dalarken, diğerleri daha fazla ilgi isteyebilir veya bir sonraki uykuya daha fazla zaman ayırabilir. Bebeğinizin beşiğinde sırt üstü yatması, gevşek oyuncaklar veya yatak takımları olmadan güvenli bir ortamda uyumaları önemlidir.

SORU: Yeni doğan bebeğimi nasıl ve ne kadar beslemeliyim?

CEVAP: Dr. Muhammet Ali Mutlu “Yeni doğan bebeklerin kimisi gün boyunca sık sık, kimisi de uzun aralıklarla emmeyi severler. Ancak yenidoğanların çoğu, her iki-üç saatte bir beslenmek isteyecektir. Yapılan çalışmalar; bebeklerin ilk birkaç gün bir seferde 15-30 ml, ilerleyen günlerde her beslenmede 60 ml,  ikinci haftada 90 ml kadar içebildiğini gösteriyor. Besin ihtiyacı her ay muhtemelen ilave 30 ml artacaktır” diyor.

SORU: Bebeğimin kusması normal midir?

CEVAP: Bebeklerde beslenme sonrası hafif kusma olabilir ancak bunun sık olmasını engellemek için; aşırı beslemekten kaçının, daha az miktarda daha sık beslemeyi deneyin. Düzenli olarak gaz çıkarmasını sağlayın. Yemek sonrası bebeğinizi dik tutun. Bebeğinizin beslenme alışkanlıklarını ve diyetini gözden geçirmek için çocuk doktorunuza danışın.

SORU: Yeterli sütüm olmuyorsa mama kullanmam doğru mudur?

CEVAP: Dr. Mutlu “Sütünüz yeterli olmuyorsa mama takviyesi yapmanızda bir sakınca yoktur ancak öncelikle aklınızda bulundurmanız gereken birkaç şey vardır: Mamaya geçmeden önce bebeğinizi mutlaka anne sütüyle beslemeye başlayın, sütünüz olmuyor diye düşünerek emzirmekten hemen vazgeçmeyin. Anne sütü bebeğiniz için eşsiz bir besindir. Bu konuda doktorunuzla mutlaka bağlantı kurun, doktorunuz anne sütünüzü artırmanıza yardımcı olacak rehberlik ve yöntemleri size anlatacaktır” diyor.

SORU: Bebeğimin yeterince beslendiğini nasıl anlarım?

CEVAP: Bebeğinizin aç olduğunun işaretleri arasında; ellerini ağzına götürmesi, başlarını memeye veya biberona çevirmesi; dudaklarını büzmesi veya yalaması ve ellerini sıkması yer alır. Bebeğinizin doyduğunun işaretleriyse; ağzını kapatması, başlarını memeden veya biberondan uzaklaştırmak istemesi, ellerini gevşetmesi ve bezlerinin ıslak olmasıdır. Çocuk doktorunuz yeterli beslendiğinden emin olmak için bebeğinizin büyümesini izleyecektir.

SORU: Bebeğimi beslenmesi için uyandırmalı mıyım?

CEVAP: Pek çok ebeveyn uyuyan bir bebeği uyandırmakta tereddüt edebiliyor. Yenidoğanlar genellikle beslenme için kendi başlarına uyanırlar ama eğer bebeğiniz birkaç saattir uyuyorsa, beslenme ihtiyaçlarının karşılandığından emin olmak için onu emzirmek üzere uyandırmalısınız. Uyuyan bir bebeği uyandırmak verimsiz görünse de, yeterince beslenmesini sağlamak kısa ve uzun vadede onlara yardımcı olacaktır.

SORU: Bebeğimin dışkılaması ve idrar çıkarması nasıl olmalıdır?

CEVAP: Yeni doğan bebeğinizin dışkısı ilk hafta siyahtan koyu yeşile/sarıya dönecektir. Bağırsak hareketleri anne sütü veya mamayla beslenmesine bağlı olarak değişebilir. Anne sütüyle beslenen bebeklerde genellikle beyazımsı parçacıklar içeren sarı, daha ince kakalar olur. Mamayla beslenenlerde ise sarı/ ten rengi ve kıvamlı görünebilir. Ancak bebeğinizin dışkısı kırmızı ya da beyaz olmamalıdır. İlk birkaç günden sonra bebeğiniz daha tutarlı bir beslenme programına geçtiğinde her gün muhtemelen 8-12 arası ıslak bezi olacaktır.

Dr. Muhammet Ali Mutlu

SORU: Günde kaç kez kaka yapması gerekir?

CEVAP: Bebeğinizin kaka yapma sıklığı anne sütüne ya da mamaya bağlı olarak da değişebilir. İlk başta birçok bebek her beslenmeden sonra kaka yapar. Birkaç hafta sonra mama kullanan bir bebeğin günde yaklaşık bir kez kaka yapması gerekir. Anne sütüyle beslenen bebekler, anne sütünde daha az atık olduğu için günde bir veya daha az sıklıkta kaka yapabilirler ki bu onların kabız oldukları anlamına gelmez. Ancak bebeğiniz aşırı telaşlıysa, kaka yapma sayısında ani değişiklikler varsa, daha sık kusuyorsa, dışkısı sertse veya kaka yapmakta zorlanıyorsa kabız olabilir. Bebeğinizin bağırsak hareketini rahatlatmaya yardımcı olacak en güvenli yöntemler için çocuk doktorunuza başvurun.

SORU: Pişikleri önlemek için krem/merhem kullanmalı mıyım?

CEVAP: Bebek bezi döküntüsü ebeveynler arasında yaygın bir şikayettir ve bunun nasıl önleneceği çocuk doktorunun muayenehanesinde sıklıkla sorulan bir sorudur. Bebek bezi bölgesindeki pişiklerin önlenmesine yardımcı olmak için idrar ve dışkının bebeğinizin cildiyle temas ettiği süreyi sınırlamak önemlidir. Yüksek emiciliğe sahip bebek bezlerini hedefleyin, bezi sık sık değiştirin ve değiştirirken /alkolsüz mendil ya da sabun kullanmadan ılık su ile yumuşak bir temizleme pamuğu/bezi kullanın. Bebeğinizde oluşan pişik türlerine göre çocuk doktorunuz size krem/merhem türleri konusunda tavsiyede bulunacaktır.

SORU: Bebeğimi ne sıklıkla yıkamalıyım?

CEVAP: Bebeğinizi haftada yaklaşık üç kez yumuşak, kokusuz bir sabun veya katkı maddesi içermeyen yumuşak bir temizleyici kullanarak yıkamalısınız. Bazen sadece suyla kısa bir süre ıslatmak çocuğun sakinleşmesine yardımcı olabilir ve sabun her zaman gerekli değildir. Her zaman bebek küveti kullandığınızdan, bebeği asla gözetimsiz bırakmadığınızdan ve su sıcaklığının vücut sıcaklığı civarında olduğundan emin olun.

SORU: Bebeğimi halka açık yerlere çıkarmaya ne zaman başlayabilirim?

CEVAP: Dr. Mutlu “Bebeğinizi halka açık yerlere çıkarma konusunda katı kurallar olmasa da genel fikir birliği, bebeğinizin ilk aşılarını olduktan sonra yani yaklaşık 2 ila 3 aylık olduğunda çıkarmanın daha güvenli olduğu yönündedir. Ancak bu, bebeğinizin ve ailenizin sağlık koşulları, çocuk doktorunuzun özel yönlendirmeleri, mevcut sağlık önerileri ve yerel bir salgın olup olmadığı gibi birçok faktöre bağlı olarak değişebilir” diyor.

Aşırı kilo ve hareketsizlik kireçlenmeyi artırıyor!

Aşırı kilo ve hareketsizlik kireçlenmeyi artırıyor!

Modern çağın önemli sorunlarından aşırı kilo ve hareketsizlik başta olmak üzere günlük yaşam alışkanlıklarımızdaki bazı yanlışlar eklemlerimizin hızla kireçlenmesine yol açıyor. Acıbadem Taksim Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Fahri Erdoğan halk arasında ‘kireçlenme’ olarak ifade edilen, tıptaki isimleriyle osteoartrit veya artrozun son yıllarda hızla yaygınlaştığını belirterek, hareketlerimizde kısıtlılığa ve istirahat ederken bile  geçmeyen ağrılara neden olan bu hastalığın kişinin günlük yaşam kalitesini önemli ölçüde düşürdüğünü söylüyor.

Ancak günümüzde teknolojideki ve tıptaki hızlı gelişmelerle tedavide önemli başarılar sağlamanın mümkün olduğunu belirten Prof. Dr. Erdoğan, ameliyat dışı tedavi yöntemlerine yanıt vermeyen hastalarda protez ameliyatının çok önemli faydalar sağladığını, bu sayede kişinin ağrılarından kurtulurken sosyal yaşantısına yeniden kavuşabildiğini vurguluyor. Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Fahri Erdoğan günlük yaşamda çok sık yapılan ve eklemlerimizde kireçlenmeye yol açan 5 önemli yanlışı sıraladı, protez ameliyatındaki yenilikleri anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Son yıllarda giderek yaygınlaşan eklem kireçlenmesi artık sadece yaşlılarda değil gençlerde de önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Zamanla hastanın yürüme mesafesini ciddi şekilde azaltan, eğilme ve çömelmesini imkansız hale getiren, gece ve gündüz dinlenme halinde bile ağrılarının sürmesine yol açan hastalık bu nedenle kişiyi sosyal yaşamdan da koparabiliyor. Acıbadem Taksim Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Fahri Erdoğan ilaç ve fizik tedaviye ya da yürümeye yardımcı cihazlara rağmen hastanın ağrısının dindirilemediği durumlarda protez ameliyatının kaçınılmaz hale geldiğini belirterek “Kireçlenmenin boyutu onarılamayacak düzeye ve yaygınlığa ulaştığında hastanın ameliyat olması ve protez ile ekleminin yüzeylerinin değiştirilmesi gerekir. Günümüzde teknolojideki ve tıptaki gelişmeler, ileri ölçüde yıpranan ve ameliyat dışı tedavi yöntemlerine yanıt vermeyen hastalarda; yerinde ve kuralına uygun uygulanan bir eklem proteziyle ağrısız ve hareketli bir yaşamı mümkün kılıyor” diyor.

Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Fahri Erdoğan

Prof. Dr. Fahri Erdoğan

Ağrısız ve hareketli bir yaşamı mümkün kılıyor!

Proteze uygun şartlara sahip olan hastanın ameliyat edilerek en fazla iki gün içerisinde ayakta yürür ve merdiven çıkabilecek, evde tüm ihtiyaçlarını kendisi karşılayabilecek şekilde taburcu olabildiğini belirten Prof. Dr. Erdoğan sözlerine şöyle devam ediyor: “Son yıllarda hızla gelişen teknolojiyle beraber daha dayanıklı ve doku ile uyumlu malzemeler üretilmiştir. Günümüzde artık 4. jenerasyon seramik yüzeylerin kullanımı ile daha başarılı uzun dönem sonuçlar sağlanabilmektedir. Ameliyat öncesi tetkik ve taramalarda ameliyat sırasında veya sonrasında gelişebilecek problemler başlangıçta tespit edilerek gerekli önlemler alınmaktadır. Ayrıca anestezi alanında kazanılan yenilikler, daha güvenli anestezi teknikleri ile cerrahi sırasında özellikle ileri yaş ve riskli hasta grubunda daha güvenli cerrahi imkanı sağlamaktadır. Dokuya daha az zarar vererek yapılan cerrahi yaklaşımlarla hastanın kas fonksiyonlarının maksimum seviyede korunması sağlanmaktadır.”

 Ortopedi ve Travmatoloji

Eklem kireçlenmesi yol açan 5 önemli yanlış!

 Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Fahri Erdoğan, eklem ve kıkırdak aşınmalarına genetik rahatsızlıklar, ilerleyen yaş ve menopoz sonrası kemik erimesi (osteoporoz) gibi birçok etkenin yol açabildiğini belirtirken, bazı yanlışlarımızın da kireçlenme sürecini hızlandırdığını vurguluyor. Prof. Dr. Erdoğan kireçlenmeye yol açan 5 önemli yanlışı şöyle sıralıyor;

  • Aşırı kilo: Fazla kilo eklemler için taşınması gerekenden fazla yüke neden olarak aşınmayı hızlandırdığından ideal kiloya inmek gerekiyor.
  • Hareketsizlik: Hareketsizlik eklemleri zayıflatıp, kıkırdakların hızla tahrip olmasına yol açarak kireçlenmeyi hızlandırıyor. Uygun ve düzenli egzersiz eklemleri koruyor.
  • Eklemlere aşırı yük bindirmek: Eklemin hareketlerini zorlayacak düzeyde ve ağırlıkta hareketler eklemlere zarar veriyor. Bu nedenle özellikle eklemi darbeye maruz bırakacak tarzda zıplama veya sıçrama ile yapılan hareketlerden kaçınmak gerekiyor.
  • Sigara ve alkol: Yapılan bilimsel çalışmalarla genel sağlığa verdikleri zararlar tartışmasız olan sigara ve alkol kullanımı, dolaylı olarak eklemin beslenmesini de olumsuz etkiliyor, kıkırdak aşınmasını hızlandırarak aşınmaya yol açacak başka rahatsızlıkların gelişimine neden oluyor.
  • Duruş bozukluğu: Yanlış duruş ve oturuş eklemlerdeki yıpranmayı artırıyor. Bu nedenle duruş bozukluklarını düzeltmek, özellikle kas ve eklemin gerilimini azaltacak ve eklem çevresi kas gruplarını kuvvetlendirecek egzersizleri yapmak gerekiyor.