Baş ağrısında ne zaman doktora başvurmalı?

Çocuklarda son yıllarda ekran kullanım süresinin uzaması, uyku düzensizlikleri, okul stresi ve sağlıksız beslenme nedeni ile baş ağrısı sorunu yaygınlaşıyor. Acıbadem Üniversitesi Atakent Hastanesi Çocuk Nörolojisi Uzmanı Prof. Dr. Nur Aydınlı, baş ağrısının masum nedenleri olduğu gibi, ciddi hastalıklara işaret eden tehlikeli nedenlerinin de olabildiğini belirterek “Ülkemizde özellikle okul çağı çocuklarında baş ağrısı yaygın bir sağlık sorunu haline gelmiştir. İlköğretim çağındaki çocukların yaklaşık yarısı, lise çağındaki çocukların ise üçte ikisinin değişen sıklıklarla baş ağrısı yaşadığı saptanmıştır. Baş ağrısının altında bazen açlık ve susuzluk gibi basit nedenler yatabilirken, bazen de ciddi sorunlardan kaynaklanabilir” diyor. Bu nedenle ailelerin özellikle bazı belirtilere çok dikkat etmeleri gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Aydınlı, çocuklarda baş ağrısına yol açan etkenleri anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Prof. Dr. Nur Aydınlı

Prof. Dr. Nur Aydınlı

  • Uyku düzeni ve beslenme bozuklukları

Yetersiz uyku, düzensiz uyku saatleri, açlık ve susuzluk çocuklarda baş ağrısı gelişimine zemin hazırlar. Düzenli uyku ve yeterli beslenme ağrıları azaltabilir.

  • Psikolojik Stres ve Anksiyete

Çocuklarda okul stresleri, arkadaş ilişkileri veya aile problemleri baş ağrısını tetikleyebilir. Bu durumlarda ebeveynlerin davranışları ve çocuğa yaklaşımları önemlidir, psikolojik destek gerekli olabilir.

  • Migren

Migren çocuklarda çok sık görülen baş ağrısı tipidir. Zonklayıcı, genellikle tek taraflıdır ve ışık, ses hassasiyeti, mide bulantısı gibi eşlik eden semptomlar olabilir. Atağı başlatan tetikleyiciler stres, açlık, uyku düzensizliği olabilir.

  • Göz sorunları

Yanlış numaralı gözlük kullanımı, göz yorgunluğu, ekrana uzun süre maruz kalma veya göz hastalıkları baş ağrısına neden olabilir. Özellikle okul çağındaki çocuklarda görme muayenesi ve uygun gözlük seçimi önemlidir.

  • Gerilim tipi baş ağrısı

Çocuklarda en sık görülen baş ağrısı türlerinden biri de gerilim tipi baş ağrısıdır. Stres, okul baskısı, duruş bozukluğu, psikolojik sıkıntılar bu baş ağrısına yol açabilir. Ağrı genellikle baş çevresinde sıkıştırıcı veya baskı hissi şeklindedir.

  • Sinüzit ve Enfeksiyonlar

Soğuk algınlığı, sinüs enfeksiyonu gibi durumlarda sinüslerin iltihaplanması baş ağrısı oluşturabilir. Bu ağrılar genellikle yüz ve başın ön kısmında hissedilir, burun tıkanıklığı gibi belirtilerle birlikte olur.

  • Kafa travmaları ve organik nedenler

Kafa yaralanmaları, kafa içi basınç artışları, nadiren tümör gibi ciddi nedenler de baş ağrısının sebebi olabilir ve mutlaka ciddi değerlendirme gerektirir.

Bu belirtiler varsa zaman kaybetmeyin

Çocuklarda baş ağrısı konusunda toplumda en sık yapılan hatalar arasında; yanlış ağrı kesici kullanımı, baş ağrısını ihmal etme veya stres ve psikolojik etkenleri göz ardı etme geliyor. Prof. Dr. Nur Aydınlı, baş ağrısına özellikle bazı belirtiler eşlik ediyorsa zaman kaybetmeden çocuk nöroloğu veya sağlık kuruluşuna başvurmak gerektiğini belirterek, baş ağrısında ihmale gelmez durumları şöyle sıralıyor;

  • Ani başlayan, şiddetli veya sürekli ilerleyici baş ağrıları varsa
  • Baş ağrısına kusma, mide bulantısı, görme bozukluğu, bilinç değişikliği eşlik ediyorsa
  • Baş ağrısı uykudan uyandırıyorsa veya sabahları daha şiddetliyse
  • Kafa travması sonrası baş ağrısı varsa
  • Ağrı kesiciye yanıt vermiyorsa
  • Haftada iki veya daha fazla tekrarlıyorsa

Pandemi sonrası antidepresan kullanımı arttı

10 Ekim tüm dünyada Ruh Sağlığı Günü olarak anılıyor ve ruh sağlığına dikkat çekiliyor. Özellikle pandemi sonrası antidepresan kullanımı giderek artış gösteriyor. İstinye Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebru Şalcıoğlu’nun verdiği bilgilere göre, Türkiye’de antidepresan kullanımı son 10 yılda neredeyse iki katına çıktı. Bugün her 100 kişiden 6’sının antidepresan kullandığını belirten Şalcıoğlu, “Antidepresan kullanımındaki bu sıçrama toplumun kolektif olarak yaşadığı zorlanmayı yansıtıyor” dedi.

Ruh sağlığı sorunlarına dikkat çekmek için her yıl 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü olarak anılıyor. İstinye Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebru Şalcıoğlu, bugün vesilesiyle Türkiye’deki ruh sağlığını değerlendirirken, güncel verileri de paylaştı.

Prof. Dr. Ebru Şalcıoğlu

Prof. Dr. Ebru Şalcıoğlu

Antidepresan kullanımı son 10 yılda iki katına çıktı

Türkiye’de antidepresan kullanımının son 10 yılda neredeyse iki katına çıktığını belirten Şalcıoğlu, şunları söyledi:

“2010’ların başında her 100 kişiden yaklaşık 3’ü düzenli antidepresan kullanırken, bugün bu sayı 6’ya yaklaştı. Pandemiyle birlikte bu artış daha da hızlandı: 2020 sonrası sadece iki yıl içinde piyasaya sürülen antidepresan miktarında yaklaşık 10 milyon kutuluk bir artış yaşandı. Bu veriler, toplumda ruh sağlığı sorunlarının artışıyla birlikte sosyal koşulları ve sağlık hizmetlerine erişimdeki farklılıkları da düşündürüyor.”

Antidepresan kullananların yüzde 70’i kadın

Antidepresan kullanımında en büyük farkın kadınlarda görüldüğünü belirten Prof. Dr. Şalcıoğlu, şöyle devam etti:

“Reçetelerin yaklaşık yüzde 70’i kadınlara yazılıyor. Yani antidepresan kullanan her 10 kişiden 7’si kadın. Bu fark, kadınların daha fazla ruh sağlığı sorunları geliştirmesinden mi yoksa erkeklere göre tedavi aramaya daha fazla açık olmalarından mı kaynaklanıyor, bu hâlâ tartışmalı bir konu. Yaş grubunda ise 35 yaş üstü bireyler öne çıkıyor. Özellikle 36-50 yaş aralığında kullanım yaygın. Ancak gençler arasında da son yıllarda artış olduğu gözleniyor. Bu gençlerin gittikçe daha fazla ruh sağlığı sorunları için risk altında olduğuna işaret ediyor. İllere göre dağılımda dikkat çeken farklar var: Büyükşehirlerde kullanım oranları daha yüksek. Bazı şehirlerde, özellikle batı ve iç Anadolu bölgelerinde, kişi başına düşen antidepresan kullanımı diğer illere göre iki kata kadar çıkabiliyor. Büyük şehirlerde yaşamın zorlukları burada belirleyici bir faktör olabilir.”

Birçok kişi terapiye değil, sadece reçeteye ulaşabiliyor

Prof. Dr. Şalcıoğlu, bu artışın nedenlerini ise şöyle özetledi:

“Ruh sağlığı sorunları hem Türkiye’de hem dünyada artıyor. Pandemi sonrası dönemde, ekonomik kriz, işsizlik, belirsizlik, göç ve doğal afetler gibi toplumsal koşullar, özellikle Türkiye’de kaygı, umutsuzluk ve depresyon gibi ruhsal sorunların daha görünür hale gelmesine yol açtı. Böyle bir ortamda antidepresan kullanımındaki artış bir yönüyle toplumun ruh sağlığına dair farkındalığının artması, damgalayıcı tutumların zayıflaması ve bireylerin yardım arayışına daha açık hale gelmesiyle ilişkili olabilir. Ancak madalyonun öteki yüzünde sistemsel sınırlılıklar var. Süresi kısıtlı poliklinik muayenelerinde, ilaç reçete etmek genellikle en hızlı müdahale biçimi haline geliyor. Birçok kişi terapiye değil, sadece reçeteye ulaşabiliyor.

İlaçların bir kısmı reçetesiz temin edilebildiği için, kendi kendine ilaca başlama veya sürdürme davranışı da yaygınlaşıyor. Bu durum, resmi kullanım verilerinin bile ötesinde bir tabloyu işaret ediyor. İlaç daha erişilebilir olsa da araştırmalar, özellikle bilişsel ve davranışçı terapi gibi bilimsel temelli psikoterapi yaklaşımlarının daha uzun vadeli ve kalıcı çözümler sunduğunu gösteriyor. Ne yazık ki hem maddi hem de yapısal engeller, toplumun geniş kesimlerinin bu tür bilimsel temelli terapilere ulaşmasını zorlaştırıyor. Bu noktada ilaç endüstrisinin rolü de göz ardı edilemez. Psikolojik sorunların yalnızca biyolojik ya da kimyasal temelli hastalıklar gibi çerçevelenmesi (medikalizasyon), antidepresanların yaygın biçimde önerilmesini kolaylaştırıyor. Elbette ilaç tedavisi bazı durumlarda gerekli ve faydalı olabilir. Ancak bu faydanın bireyler arası farkları, yan etkileri ve alternatif müdahale yolları göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi gerekir.”

Kişi başına düşen antidepresan tüketimi iki yıl içinde yaklaşık yüzde 25 yükseldi

Pandemiyle birlikte Türkiye’de antidepresan kullanımının belirgin şekilde artığına değinen Profesör, “Kişi başına düşen tüketim sadece iki yıl içinde yaklaşık yüzde 25 yükseldi. Ancak aynı dönemde psikiyatri reçetelerinde düşüş gözlemlendi. Bu da birçok kişinin doktora başvurmadan, kendi kararıyla ilaç kullanmaya yöneldiğini gösteriyor. Nitekim pandemi sırasında dünya genelinde kendi kendine ilaç kullanma oranının yüzde 48’in üzerine çıktığını görüyoruz. Pandemi sırasında ilaç kullanımdaki artışın arkasında kapanmaların yol açtığı yalnızlık ve belirsizlik, hastalığa yakalanma korkusu, kayıplar, ekonomik zorluklar ve işsizlik gibi etkenler var. Ayrıca ev içi çatışmaların artması, kadınların artan bakım yükü ve sosyal desteğin zayıflaması da bu tabloyu derinleştirdi. Antidepresan kullanımındaki bu sıçrama toplumun kolektif olarak yaşadığı zorlanmayı yansıtıyor” diye konuştu.

Türkiye’de antidepresan kullanımı birçok Avrupa ülkesinin gerisinde

Türkiye’deki antidepresan kullanımını dünya genelinde değerlendiren akademisyen, şunları söyledi:

“Türkiye’de antidepresan kullanımı artıyor ama hâlâ birçok Avrupa ülkesinin gerisindeyiz. OECD verilerine göre Türkiye, üye ülkeler arasında antidepresan kullanım oranı en düşük ülkelerden biri. Örneğin, İzlanda, Portekiz, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerde kişi başına düşen antidepresan kullanımı Türkiye’nin 3 ila 4 katı kadar. Ancak bu fark, Türkiye’de toplumun daha sağlıklı olduğunu değil, psikoterapiye ve psikiyatrik hizmetlere erişimin daha sınırlı olduğunu gösteriyor da olabilir. Batı ülkelerinde psikoterapi hizmetleri daha yaygın ve erişilebilir düzeyde olduğu için insanlar, Türkiye’de örneğindeki gibi, sadece ilaca yönelmiyor. Yani düşük oranlar her zaman olumlu bir tabloya işaret etmiyor.”

Antidepresanların yanlış ya da gereksiz kullanımı riskli

Antidepresan kullanım süresi ve miktarlarıyla ilgili de konuşan Şalcıoğlu, “Elimizdeki bilimsel kaynaklarda, Türkiye’de antidepresanların ortalama kullanım süresi ya da bireysel doz tercihlerine dair güvenilir bir veri bulunmuyor. Klinik rehberlerde genellikle 6 ay ve üzeri kullanım önerilir, ancak bu süre vakaya göre değişir. Genellikle kişilerin bu süreyi aştığını, yıllarca ilaç kullanabildiğini görüyoruz. Antidepresan kullanımını anlayabilmek için daha detaylı saha araştırmalarına ihtiyaç var” dedi. Gereksiz kullanımın riskler taşıdığını belirten Şalcıoğlu, şunları söyledi:

“Antidepresanlar yanlış ya da gereksiz kullanıldıklarında ciddi riskler taşırlar. Öncelikle biyolojik açıdan, yan etkiler (uyku bozuklukları, kilo değişimi, cinsel işlev sorunları, mide‑bağırsak yakınmaları vb.) görülebilir; bazı ilaçlarda ani kesilme sendromu yaşanabilir. Uzun süreli ve kontrolsüz kullanım, beynin kimyasal dengesini yapay biçimde değiştirebilir. Psikolojik açıdan ise en önemli risk, duygusal dayanıklılığın ve başa çıkma becerilerinin zayıflamasıdır. Kişi her zorlanmada ilaca yönelme eğilimi geliştirebilir; bu da psikoterapi veya yaşam koşullarını değiştirme gibi daha kalıcı çözümleri geciktirebilir. Toplumsal düzeyde ise, ‘hızlı çözüm’ kültürü ve sağlık sisteminin ilaca dayalı yapısı güçlenir; böylece ruhsal sıkıntıların altında yatan sosyo‑ekonomik nedenler görünmez hale gelir. Bu nedenle ilaçlar, doğru tanı, düzenli izlem ve gerektiğinde psikoterapi desteğiyle birlikte kullanıldığında anlamlı bir fayda sağlar.”

Ruh sağlığı hizmetlerinin, psikoterapilerle desteklenmesi gerekiyor

Prof. Dr. Şalcıoğlu ruh sağlığını korumak için atılması gereken adımlarla ilgili ise şöyle konuştu:

“Ruh sağlığını sadece bireysel değil, kamusal bir iyilik hali olarak görmek zorundayız ve bu da yapısal çözümler gerektiriyor. Önleyici adımlar bu çerçevede büyük önem taşıyor: Okullarda duygusal okuryazarlık eğitimlerinin verilmesi, sosyal bağları güçlendiren topluluk temelli programların hayata geçirilmesi, ekonomik güvencesizlikle mücadele edilmesi, bireysel dayanıklılığı artırmakla kalmaz, toplumsal ruh sağlığını da güçlendirir. Bu noktada Türkiye’de sayısı 100 bini aşan psikoloji lisans mezunu önemli bir kaynak oluşturuyor. Etkili psikoterapi yaklaşımları alanında eğitilen psikologlar farkındalık ve erken müdahale programlarında etkin biçimde değerlendirilerek toplum ruh sağlığına katkı sunabilir. Sorunlar ortaya çıktığında ise, müdahale kapasitesinin güçlendirilmesi gerekiyor. Bu aşamada yalnızca ilaca dayalı kısa süreli çözümler kalıcı iyilik halini sağlamak için yeterli değil. Ruh sağlığı hizmetlerinin, bilimsel etkinliği kanıtlanmış psikoterapilerle desteklenmesi gerekir. Bilimsel temelli psikoterapilerin sağlık sistemine entegre edilmesi ve bu alanda çalışan personelin psikolojik müdahale konusunda eğitilmesi, Türkiye’de ruh sağlığı hizmetlerinin ilaç odaklı yaklaşımdan iyileşme odaklı bir modele dönüşmesi için en kritik adımdır.”

Sigarayı bırakmaya karar verdiğinizde u hatayı sakın yapmayın

Sigara dumanında bulunan 7 binden fazla kimyasal maddenin en az 70’i kanserojen etkisi taşıyor. Arsenik, hidrojensiyanid, kadmiyum, benzen, nitrozaminler ve krom gibi maddeler, sigaranın sağlığa verdiği zararın en tehlikeli bileşenleri arasında yer alıyor. Acıbadem International Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu, sigaranın içeriğindeki zararlı maddeler nedeniyle vücudumuzdaki tüm organlara zarar verdiğini belirterek, “Sigaranın hasar oluşturmadığı hiçbir organ yoktur. Sigara içenlerin yüzde 90’ı, yani her 10 kişiden 1’i, hayatlarının herhangi bir döneminde sigaranın yol açmış olduğu sağlık problemiyle yüz yüze gelmektedirler” uyarısında bulunuyor. Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu, sigarayı bıraktıktan sonra hastalıklara yakalanma riskinin zamanla sigara içmeyenlere yakın düzeylere indiğini, bu nedenle sigarayı bırakmanın sağlık için atılacak en önemli adım olduğunu vurgulayarak, “Bu konuda, Sağlık Bakanlığı’na bağlı olan Sigara Bırakma Poliklinikleri, ilaç tedavisi ve motivasyonel destek sağlamaktadır. Ancak, sigarayı bırakmak için hangi yöntem uygulanırsa uygulansın, önemli olan kişinin kendi iradesiyle bırakma isteğidir” diye konuşuyor.

Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu

Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu

Akciğerlerden kalbe mideden saçlara…

Sigara, tüm organlara ciddi derecede zarar verirken, özellikle akciğerler üzerinde ölümcül riskler oluşturabiliyor.  Öyle ki akciğer kanserinin yüzde 90’ından sigara sorumlu oluyor. Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu, sigaranın zararlarını şöyle sıralıyor:

  • Saçlarda dökülme, kırılma
  • Ciltte kırışma, buruşma, erken yaşlanma
  • Dişlerde bozulma ve çürüme, diş eti hastalıkları, ağız içi kanserleri
  • Ses teli kanseri, yutak kanseri, sinüzit
  • Yemek borusu, pankreas, karaciğer ve bağırsak kanserlerinin yanı sıra gastroösafageal reflü, peptik ülser
  • KOAH, amfizem, astım, akciğer kanseri, akciğer kesecikleriyle ilgili hastalıklar
  • Koroner arter hastalığı, aort anevrizması, Buerger hastalığı
  • Böbrek ve mesane tümörleri, iktidarsızlık
  • Jinekolojik kanserler, infertilite (kısırlık), düşük, erken doğum
  • Kemik erimesi
  • Diyabet, guatr
  • Gözlerde sarı nokta hastalığı, körlük
  • Romatoid artrit, Raynaud hastalığı
  • Demans
  • Anksiyete, depresyon

“Arada tek tük sigara içeyim, bir şey olmaz” demeyin!

Sigarayı bırakmada en kritik nokta, sigarayı tam anlamıyla beyninizde bitirmektir. Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof.  Dr. Bülent Tutluoğlu, sigarayı bırakmak isterken yapılan önemli bir hatayı, “Eğer bir yanınız sigarayı bırakmak isterken, bir yanınız   ‘arada tek tük sigara içeyim, bir şey olmaz’ derse, içmek isteyen tarafınız galip gelir ve düşündüğünüz gibi tek tük değil, eskiden içtiğiniz tempoda sigaraya devam edersiniz” sözleriyle anlatıyor.

SİGARAYI BIRAKMAYI KOLAYLAŞTIRAN 6 PRATİK ÖNERİ!

Sigarayı azaltmak bırakmaya yardımcı olabiliyor, ancak en etkin yöntem tam olarak bırakma tarihini belirlemek! Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu, hedeflediğiniz tarihten önce sigarayı bırakma sürecine katkı sağlayacak olan önerileri ise şöyle özetliyor:

Yakınlarınızdan destek alın: Ailenize ve arkadaşlarınıza sigarayı belirli bir tarihte bırakacağınızı söyleyin. Sigarayı bırakma tarihiniz üzerine bir arkadaşınızla bahse girin. Eşinizin veya arkadaşınızın sizinle birlikte sigarayı bırakmasını sağlayın.

Sigaraya ulaşma imkanlarınızı kısıtlayın:  Kartonlarca sigara almaktan vazgeçin. Diğer bir paketi almak için paketinizin boşalmasını bekleyin. Evde ve işyerinde üzerinizde sigara bulundurmaktan kaçının.

Markaları değiştirin: İçimini kötü bulduğunuz bir sigara markasına geçiş yapın. Hedeflediğiniz bırakma tarihinden birkaç hafta önce katranı ve nikotini düşük bir sigara markasına geçin. Ancak miktarı arttırmayın, daha derin nefes almayın.

İçtiğiniz sigaraların sayısını azaltın: Her sigaranın sadece yarısını için. Her gün ilk sigaranızı 1’er saat erteleyin. Sadece tek veya çift saat başlarında sigara için. Gün boyunca kaç sigara içeceğinizi kararlaştırın. Her ekstra sigara için kendinize para cezası verin.

Alışkanlık nedeniyle sigara içmeyi önleyin: Gerçekten çok istediğiniz zaman sigara için. Alışkanlığınız yüzünden sigara yakmak üzere olduğunuz anları yakalayın.

Sigara içmeyi sevimsiz hale getirin: Kül tablalarınızı boşaltmayın, sigara izmaritlerinizi cam bir kapta toplayın.  Düşünmeden sigara yakıyorsanız, sigarayı aynanın karşısında yakmayı deneyin. Sigarayı sadece sizin için rahatsız edici ortamlarda için.

Sebebi diz eklemindeki kireçlenme olabilir!

 Yaşlanma, geçirdiğimiz kırıklar, eklem enfeksiyonları veya doğuştan gelen eklem sorunları gibi çeşitli nedenlerle eklem kıkırdaklarımız zamanla hasar görüyor. Yıpranan ve aşınan eklem kıkırdak yüzeyleri nedeniyle diz eklemlerinde oluşan şiddetli ağrılar ise yaşam kalitesini ciddi şekilde etkileyebiliyor; yürümeyi, hatta adım atmayı bile önleyebiliyor. Acıbadem Kadıköy (Dr. Şinasi Can) Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Selami Çakmak, diz protezi cerrahisinin eklem kıkırdak hasarının son evresinde, yani artık ileri düzey kireçlenme veya artroz olarak adlandırılan durumda uygulanan etkili bir tedavi seçeneği olarak öne çıktığını belirterek,  “2024 yılı verilerine göre, dünyada her yıl yaklaşık 1,5 milyon, ülkemizde de yaklaşık 100 bin kişi diz protezi cerrahisi olmaktadır. Üstelik, yaşam süresinin uzamasına ve obezitenin görülme sıklığının yükselmesine paralel olarak diz protezi cerrahisi olan kişi sayısı giderek artmaktadır” diyor.

Modern cerrahi teknikler ve gelişen teknoloji sayesinde ameliyatların başarı oranı günümüzde giderek artıyor ve bu sayede protezlerin ömrü uzarken, hastalar da günlük yaşamlarına daha kısa sürede dönebiliyor. Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Selami Çakmak, diz protezi cerrahisinden başarılı sonuç alınmasında bazı kurallara dikkat edilmesinin kilit bir rol üstlendiğini vurgulayarak, “Diz protezi cerrahisi öncesinde hasta detaylıca değerlendirilmeli; genel durumu, hastalıkları, kullandığı ilaçlar ve beklentileri çok iyi bilinmelidir. Çünkü, titiz bir hazırlık süreci ameliyatın başarısı için büyük önem taşımaktadır” bilgisini veriyor.

Prof. Dr. Selami Çakmak

Prof. Dr. Selami Çakmak

Ağrısız ve konforlu bir yürüyüş!

Diz eklemi iç kısım ve dış kısım olmak üzere iki ana bölümden oluşuyor. Sadece iç kısımda oluşan kıkırdak aşınmaları yarım diz proteziyle tedavi edilirken, her iki kısımda gelişen kireçlenmelerde ise tam diz protezi ameliyatına başvuruluyor. Protezler genellikle metal ve plastik bileşenlerden oluşuyor ve diz ekleminin doğal hareketlerini taklit edecek şekilde tasarlanıyor. Diz protezi cerrahisinin amacı; şiddetli ağrıya neden olan aşınmış kıkırdak yüzeylerinin temizlenmesi ve yerine protezin yerleştirilmesiyle ağrının azalmasını sağlamak, böylece hastaların konforlu bir şekilde yürüyebilmelerini mümkün kılmak. Yapılan çalışmalarda, eklem protezi ameliyatlarının hastanın ağrısını azaltmada son derece başarılı olduğu ortaya konmuş.

Ameliyat ileri aşamada gündeme geliyor

Diz ağrısı sorunu olan hastalarda ağrı kesici ilaçlar ve koltuk değneği gibi yürümeye yardımcı yöntemler  ilk aşamada başvurulması gereken tedavileri oluşturuyor. Ayrıca,  eklem içi enjeksiyonlar da eklem kireçlenmesinin erken dönemlerinde faydalı olabiliyor. Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Selami Çakmak, ancak ileri düzey eklem kireçlenmelerinde ve eklem aşınmalarında artık bu tedaviler şiddetli ağrıyı geçirmiyorsa, eklem hareketleri ciddi şekilde kısıtlanmışsa, o zaman diz protezi ameliyatının önerildiğini belirtiyor.

Her yaş grubu protez ameliyatı olabiliyor

Genellikle 60 yaş ve üzerindeki kişilere uygulanan diz protezi cerrahisi için kesin bir yaş sınırı bulunmuyor. Hastanın genel durumu, mevcut diğer hastalıkları ve beklentileri göz önüne alınarak her yaş grubuna diz protezi cerrahisi yapılabiliyor. Ancak 60 yaş öncesindeki genç hastalarda ameliyata detaylı bir değerlendirmeyle karar veriliyor.

Diz protezlerinin ömrü 30-40 yıla kadar uzuyor

Gelişen protez üretimi, tasarım teknolojileri, ameliyathane tekniklerinin gelişmesi ve ameliyathane sterilizasyon yöntemlerinin daha sıkı takip edilmesiyle birlikte vücuda yerleştirilen protezlerin ömürleri artık giderek uzuyor ve 30-40 yıl olarak hesaplanıyor.  Diz protezlerinde yıllardır başarıyla uygulanan geleneksel cerrahi yöntemlerine son yıllarda eklenen robotik cerrahi yöntemi de protezin ömrünün uzamasında önemli bir rol üstleniyor. Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Selami Çakmak, “Robotik cerrahi yöntemi hekimlere kemik kesimlerinde ve protezin dizlere yerleştirilmesinde milimetrik hassasiyetle destek sağlamaktadır. Bu kolaylık sayesinde ameliyat sonrasındaki komplikasyon riski oldukça azalırken, protezlerin ömürleri de uzamaktadır” diyor. Prof. Dr. Selami Çakmak, ancak, son yıllarda robotik yöntem ön plana çıkmış olsa da halen yıllardır bilinen geleneksel yöntemlerin de başarıyla uygulanmaya devam ettiğini söylüyor.

Hastalar ilk gün destek yardımıyla yürüyebiliyor

Diz protezi cerrahisi sonrasında ilk gün hastaların ağrıları olabiliyor. Ancak, damar yoluyla verilen ilaçlar ve lokal veya bölgesel anestezi yöntemleri sayesinde ağrı minimal seviyeye indiriliyor. Hastalar ilk günden itibaren  yürüteç veya koltuk değneği gibi yardımcı yöntemlerle, 15-20 gün sonrasında da desteksiz yürümeye başlayabiliyor. Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Selami Çakmak, ameliyat sonrasında fizyoterapi tedavisine başlamanın hızlıca iyileşmenin en önemli unsurlarından biri olduğuna işaret ederek, “Beslenmeye dikkat edilmesi ve verilen ilaçların düzenli kullanılması da hızlı iyileşmeyi desteklemektedir” diye konuşuyor.

Cep telefonundan sporda zorlayıcı hareketlere dikkat!

Şiddetli ağrı, hareket kısıtlılığı, işlerde zorlanma, uykudan uyandırma… Son yıllarda omuz ağrılarından şikayet edenlerin sayısı hızla artıyor. Acıbadem Taksim Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Dr. Göker Utku Değer “Yakın zamanda ülkemizde erişkinlerde ağrının incelendiği bir çalışmada; bireylerin yüzde 60’ında omuz ağrısı olduğu tespit edilmiştir ve bu hasta grubunda omuz ağrısının, bel-boyun ağrısından daha fazla görüldüğü bildirilmiştir” diyor.

Cep telefonlarının yoğun kullanımından masa başı çalışırken duruş bozukluklarına, spor yaparken zorlayıcı hareketlerden ağır sırt çantası taşımaya dek günlük yaşamda yapılan bazı yanlışların da omuz hastalıklarının artmasına neden olduğunu belirten Dr. Değer, artık gençlerde hatta çocuklarda da şikayetlerin yaygın görüldüğünü söylüyor.

Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Dr. Göker Utku Değer omuzlarda en sık ortaya çıkan hastalıkları ve tedavi yöntemleri ile omuzları tehdit eden hataları anlattı, alınması gereken önlemlere yönelik önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Kimi zaman ‘geçer’ diye beklendiği, kimi zaman da işlerin yoğunluğundan dolayı doktora başvurulması ötelendiği için omuzlarımızda ortaya çıkan sorunlar zamanla çok daha karışık bir hal alarak, basit bir tedavi yerine ameliyata kadar ilerleyebiliyor. Günlük yaşantının koşuşturmacasında yapılan bazı yanlış hareketlerin omuz sağlığını ciddi ölçüde tehdit ettiğini belirten Acıbadem Taksim Hastanesi Ortopodi ve Travmatoloji Uzmanı Dr. Göker Utku Değer “Omuz ağrısı ile kliniğe başvuran hastalarımızda; gömlek, ceket, sütyen vb. kıyafetleri giymekte, saçını taramakta, yemeğini yemekte, raflara uzanmakta zorlanma başlıca şikayet sebepleri olmaktadır. Hastalarımız tarafından ‘elimi belime götüremiyorum’, ‘bir yere uzanıp bir bardak dahi alamıyorum’, ‘omuzumun üstüne yatamıyorum, yatınca uyuyamıyorum’ veya ‘uykudan uyandırıyor’ gibi şikayetler de sıkça dile getiriliyor” diyor.

Omuz ekleminin vücudumuzdaki en fazla hareket açıklığına sahip, en komplike eklem olduğunu vurgulayan Dr. Değer sözlerine şöyle devam ediyor: “Omuz çevresinde birçok farklı anatomik yapıdaki problemler omuz ağrısına neden olabilmektedir. Doğru tedavi uygulanabilmesi için, öncelikle detaylı omuz muayenesi ve ardından gerekli görüntülemeler yapılması gerekmektedir. Aksi taktirde yetersiz veya yanlış tedavilerle kronikleşen durumlar ortaya çıkıp kas dengesinin bozulması ve kas kütle kaybı ile yeni problemler eklenebilir ve hastalıkların tedavisi daha zorlaşıp daha uzun sürebilmektedir.”

Dr. Göker Utku Değer

Dr. Göker Utku Değer

Bu hatalardan kaçının!

Günümüzde omuz hastalıklarının gençlerde de yaygınlaştığını hatta çocuk yaşlara kadar indiğini belirten Dr. Göker Utku Değer sözlerine şöyle devam ediyor: “Özellikle spor esnasında tekrarlayan omuz hareketleri ile kola ve omuza ağır/ters yük binmesi, omuz ve çevresindeki problemlerin başlıca nedenleri arasında yer almaktadır. Toplumun spora olan ilgisinin artması ve erken yaşta profesyonel spora daha fazla yönelinmesi omuz ağrısını çocukluk yaşlarına kadar indirmiştir. Fitness salonlarının ve vücut geliştirme sporunun yaygınlaşması ile de gençlerde ağır veya yanlış egzersizlere bağlı omuz zorlanmaları ve yaralanmalarına bağlı ağrılar sıklıkla görülmektedir. Ayrıca masa başı çalışma esnasında saatlerce bilgisayar karşısında yanlış oturuş, cep telefonlarının yoğun kullanımı nedeniyle uzun süreli duruş bozuklukları, özellikle seyahatlerde uzun süre ağır sırt çantaları ile dolaşmak ve valizlerin taşınması esnasında yanlış hareketler de boyun ve sırt bölgesindeki kasları olumsuz etkileyerek postürün değişimine, ardından da hareket kısıtlılığı ve ağrılara neden olmaktadır.

Omuzlarda en sık karşılaşılan hastalıklar!

Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Dr. Değer omuz ağrısının bel ve boyun ağrısı ile birlikte toplumda ağrı şikayetinin en sık görüldüğü üç bölgeden biri olduğunu belirterek “Yapılan birçok çalışmada; omuz ağrısının toplumun yüzde 25-30’unda görüldüğü bildirilmiştir. Yakın zamanda ülkemizde erişkinlerde ağrının incelendiği bir çalışmada da; bireylerin yüzde 60’ında omuz ağrısı olduğu tespit edilmiştir ve bu hasta grubunda bel-boyun ağrısından fazla görüldüğü bildirilmiştir” diyor. Dr. Göker Utku Değer son yıllarda omuzlarda en sık karşılaşılan hastalıkları “Üst kol kaslarından biri olan biseps kasının tendonunun iltihaplanması (Biseps tendiniti), omuz sıkışması sendromu, omuzda ağrı/güç kaybı ve hareket kısıtlılığına yol açan Rotator manşet tendon zorlanmaları ve yırtıkları, donuk omuz, tekrarlayan omuz çıkığı, halk arasında kulunç olarak bilinen Miyofasiyal Bant, tendonun içinde kalsiyum birikmesi sonucu oluşan ve ağrıya/hareket kısıtlılığına neden olan Kalsifik tendinit ve kireçlenme olarak bilinen omuz eklem artrozu” olarak sıralıyor.

Doğru ve erken tanı kritik önem taşıyor!

Omuz ağrısı tedavisinde doğru ve erken tanının çok büyük önem taşıdığını, tedavinin bu sayede hem daha kolay hem de daha kısa sürede başarıya ulaşacağını belirten Dr. Değer sözlerine şöyle devam ediyor; “Tedavi erken evrede basit olarak günlük kullanıma dikkat edilmesi, ağrı kesici ve ödem azaltıcı ilaçlar kullanılması ve soğuk uygulaması ile başlamaktadır. Hastanın şikayetinin süresinin veya şiddetinin artması ile hastalıklı dokuyu yenileyici veya yangıyı bastırıcı birtakım enjeksiyon yöntemleri uygulanılıp fizik tedavi uygulamaları ile tedavi kombine edilebilir. Sıklıkla hastalıkların ileri evrelerinde cerrahi tedavilere geçilmektedir. Ancak bazı hastalıkların başlangıç anında –örneğin; akut travmatik rotator manşet yırtığı- cerrahi tedavilere gereksinim duyulmaktadır. Günümüzde omuz ilişkili birçok hastalığa kapalı yöntemlerle cerrahi tedavi uygulamaktayız. Bu sayede ameliyat sonrasında daha az ağrı daha az ameliyat izleri ile hızlı iyileşme sağlanabilmektedir. Teknolojik gelişmeler ile hem cerrahi yöntemler pratikleşmekte hem de uygulanan materyallerin çeşitliliği ve dayanıklılığı artmaktadır.” Dr. Değer omuz çevresi, boyun ve sırt kaslarının bilinçli bir şekilde yapılacak egzersizle kuvvetlendirilmesi, doğru duruş alışkanlığının kazanılması ve omuzları riske atan yanlış hareketlerden kaçınılması ile omuz sağlığını korumanın mümkün olacağını vurguluyor.

Psikolojik sorunlar kalbe etkisi nelerdir?

Ruhsal sağlık ve kalp sağlığı birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu belirten uzmanlar, fiziksel faktörlerin yanında ruh sağlığının da kalbi etkilediğini söylüyor.

Depresyon ve kronik stresin, kalp-damar hastalıklarının riskini artırırken, kalp sorunlarının da ruhsal sağlığı olumsuz etkileyebileceğini ifade eden Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, “Ruhsal iyilik hâli hem kalp-damar hastalıklarından korunmada hem de tedavi sürecine uyum sağlamada olumlu katkılar sağlar.” dedi. Psikoterapi ve stres yönetimi tekniklerinin, kalp ritmi, tansiyon ve damar sağlığı üzerinde olumlu etkiler yarattığını kaydeden Aytop, kalp ve zihin sağlığının, bir bütün olarak ele alınması gerektiğini vurguladı.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, 29 Eylül Dünya Kalp Günü kapsamında ruhsal sağlığın kalp-damar sağlığı üzerindeki etkileri hakkında bilgi verdi.

Klinik Psikolog Emine Akın Aytop

Klinik Psikolog Emine Akın Aytop

Ruh sağlığı ile kalp sağlığı arasında çift yönlü bir ilişki var!

Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre, kalp ve damar hastalıklarının, dünya genelinde en yaygın ölüm ve engellilik nedenleri arasında yer aldığını hatırlatan Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, “Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2024 verilerine göre ise, ülkemizde gerçekleşen ölümler arasında yüzde 36 oranı ile kalp ve damar hastalıkları ilk sırada yer alıyor.” dedi.

Kalp-damar hastalıklarına yol açan pek çok farklı etken bulunduğunu ve bu etkenlerin kişiden kişiye değişebildiğini aktaran Aytop, “Fiziksel risk faktörlerine ek olarak, ruh sağlığı ile kalp sağlığı arasındaki ilişkinin de önemli olduğu bilimsel çalışmalarla destekleniyor. Depresyon, anksiyete ve kronik stres gibi psikolojik sorunlar, kalp-damar hastalıklarının ortaya çıkma riskini artırabilir ve mevcut hastalıkların seyrini olumsuz etkileyebilir. Ayrıca sosyal izolasyon, yetersiz sosyal destek ve yalnızlık gibi etkenler de hem kalp sağlığını hem de tedavi başarısını olumsuz etkileyebilir. Öte yandan, kalp-damar hastalıkları fiziksel sınırlılıklar, sosyal ve iş yaşamında değişiklikler, maddi sıkıntılar ve belirsizlikler gibi etkenler aracılığıyla depresyon ve anksiyete gelişimine zemin hazırlayabilir.” şeklinde konuştu.

Depresyon, kalp-damar hastalıkları riskini hem doğrudan hem de yaşam tarzı üzerinden artırıyor!

Ruhsal iyilik hâlinin hem kalp-damar hastalıklarından korunmada hem de tedavi sürecine uyum sağlamada olumlu katkılar sağladığının bilindiğini ifade eden Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, “Kalp sağlığının yerinde olması da ruhsal iyiliği destekler. Bu nedenle, kalp sağlığını değerlendirirken bireyin ruhsal durumunu da dikkate almak, hastalığın önlenmesi ve tedavisinde daha etkili bir yaklaşım sağlar.” dedi.

Depresyon yaşayan kişilerde kalp-damar hastalıklarının daha sık görülmesinin nedenlerine değinen Aytop, şunları söyledi:

“Depresyon, duygu, düşünce ve davranışları olumsuz etkileyen ciddi bir ruh sağlığı sorunudur. Kronik, düşük dereceli iltihaplanmaya yol açarak damar iç yüzeyinde hasara ve damar daralmasına neden olabilir. Depresyon sırasında artan kortizol, adrenalin ve noradrenalin gibi kimyasallar kan basıncını yükseltebilir, kalp ritim bozukluklarına ve bağışıklık sistemi işlevlerinin bozulmasına yol açabilir. Ayrıca trombosit aktivitesini artırarak kalp krizi veya inme riskini yükseltebilir.

Davranışsal olarak depresyon, sağlıksız yaşam tarzı alışkanlıklarının gelişmesine zemin hazırlar; sigara ve alkol kullanımı, sağlıksız beslenme, fiziksel aktivite eksikliği ve ilaç tedavisine uyumsuzluk daha sık görülür. Öte yandan, kalp-damar hastalıkları tanısı alan bireylerde yaşanan değişiklikler depresyon ve anksiyete gelişimi için risk oluşturur.”

Sağlıklı bir ruh hali, sağlıklı bir kalp demek!

Ruhsal açıdan sağlıklı bireylerin, duygularla daha dengeli başa çıkabildiklerini kaydeden Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, “Bu kişilerin psikolojik dayanıklılıkları güçlüdür, sorunlarla başa çıkma kapasitesine sahiptir ve gerektiğinde destek aramaktan çekinmezler.” dedi.

Sağlıklı bireylerin bedenlerine özen gösterdiğini, sağlıklı beslendiğini, düzenli uyuduğunu ve fiziksel aktiviteyi yaşamlarına dahil ettiğini dile getiren Aytop, “Stres tepkileri uyumludur ve tedavi süreçlerine uyum sağlarlar. Bu bilişsel, duygusal ve davranışsal artılar; kalp ritmi, tansiyon, damar esnekliği ve inflamatuar süreçler üzerinde koruyucu etki yaratır.” açıklamasını yaptı.

Psikoterapi ve stres yönetimi kalp sağlığını koruyor!

Psikoterapi ve stres yönetimi tekniklerinin kalp sağlığına etkilerine değinen Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, şu bilgileri paylaştı:

“Psikoterapi, bireyin bilişsel, duygusal ve davranışsal süreçlerini fark etmesine ve daha işlevsel biçimde yapılandırmasına yardımcı olur. Psikolojik dayanıklılık, özyeterlilik, özgüven, özdeğer ve içsel motivasyon güçlenir. Bu süreç, kalp-damar sağlığını destekleyen fizyolojik mekanizmaları dengeler, inflamasyonu azaltır, damar yapısını korur ve kan akışını düzenler. Psikoterapi ayrıca sağlıklı yaşam alışkanlıklarını benimsemeye ve zararlı alışkanlıklardan uzak durmaya yardımcı olur.

Nefes çalışmaları, gevşeme egzersizleri, meditasyon ve farkındalık temelli uygulamalar yani stres yönetimi teknikleri otonom sinir sistemi üzerinde dengeleyici etki oluşturur, kalp atım hızını ve kan basıncını düzenler. Uzun vadede stresin kalp-damar sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini azaltır.”

Kalp ve zihin sağlığının ayrılmaz bir bütün olduğu kabul edilmeli!

Psikolojik sorunların kalp-damar sağlığını olumsuz etkileyebileceğine vurgu yapan Uzman Klinik Psikolog Emine Akın Aytop, “Bu nedenle, sorunları göz ardı etmemek, sağlıklı başa çıkma yolları geliştirmek ve gerektiğinde ruh sağlığı uzmanlarından destek almak önemlidir.” dedi.

Tedavi sürecinde ilaç kullanımı ve kontrollerin aksatılmaması ve kalp fonksiyonlarının düzenli olarak izlenmesi gerektiğinin altını çizen Aytop, sözlerini şöyle tamamladı:

“Sağlıklı beslenme, düzenli uyku, fiziksel aktivite, zararlı alışkanlıklardan uzak durma ve sosyal destek güçlü tutulmalıdır. Kalp ve zihin sağlığını birlikte korumanın en önemli adımı, bunların ayrılmaz bir bütün olduğunu kabul etmek ve fiziksel ile psikolojik sağlığa bütüncül bir yaklaşımla özen göstermektir. Bu, sağlıklı yaşam tarzı, dengeli yaşam ve gerektiğinde profesyonel destek almayı kapsar.

Meme kanseri tedavisinde en güncel yöntemler!

**Ülkemizde her 8 kadından biri, yaşamı boyunca meme kanseri ile tanışıyor. Erken teşhis tedavinin yönünü belirlerken, tıp ve teknolojideki hızlı ilerlemelerin de sayesinde hayat kurtarıyor. Acıbadem Üniversitesi Senoloji (Meme) Araştırma Enstitüsü Başkanı ve Acıbadem Maslak Hastanesi Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Cihan Uras, “Günümüzde dünya bilim insanlarının en yoğun araştırma yaptığı ve yeni tedavi yöntemleri geliştirdiği alanlardan biri olan meme kanseri, erken teşhis edildiğinde artık tamamen tedavi edilebiliyor. Ancak erken tanı için, kadınların kendilerini ayda bir 10 dakika muayene etmeleri ve şüpheli bir belirti fark ettiklerinde hemen hekime başvurmaları kritik rol oynuyor” diyor.

Meme kanserinin basit bulgularla kendini belli edebildiğini vurgulayan Prof. Dr. Uras, “20 yaşından itibaren her kadının ayda bir kez ayna karşısında kendi kendine meme muayenesi yapması, 40 yaşından itibaren ise doktorun önerdiği aralıklarla düzenli klinik muayene, mamografi ve ultrason yaptırması hayat kurtaran bir alışkanlıktır” diye konuşuyor. Prof. Dr. Cihan Uras, Ekim ayı-Meme Kanseri Farkındalık Ayı kapsamında yaptığı açıklamada, meme kanserinin öncü belirtilerini ve tedavide en güncel yöntemleri anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Prof. Dr. Cihan Uras

Prof. Dr. Cihan Uras

  • Ele gelen kitle

Memenin herhangi bir yerinde veya koltuk altına yakın kısmında hissedilen sert, genellikle ağrısız kitleler, meme kanserinin en sık görülen ilk bulgusudur. Prof. Dr. Cihan Uras “Her kitle kanser değildir ancak her kitle ciddiye alınmalıdır” diyor.

  • Meme başında çekilme

Meme ucunda içe doğru çekilme, düzleşme veya normal görünümün bozulması, dokuların derinliğinde bir değişikliğe işaret edebilir. Meme ucundaki şekil değişiklikleri acilen  değerlendirilmelidir. Basit bir muayene bile erken tanıya giden yolun kapısını aralar.

  • Deride çukurlaşma

Meme derisinde portakal kabuğu görünümü, çukurlaşma, kalınlaşma ve meme başında pullanma gibi değişiklikler, önemli belirtilerdir. Prof. Dr. Cihan Uras “Bu tür görsel değişiklikler genellikle hastalar tarafından kozmetik bir cilt problemi gibi algılanıyor oysa altta yatan neden daha ciddi olabilir” diyor.

  • Akıntı ve kanama

Meme başından kendiliğinden, özellikle kanlı veya berrak akıntı gelmesi normal değildir. Bu bulgu, erken evre dahil birçok meme hastalığının belirtisi olabilir. Bu tür akıntılar enfeksiyon ya da iyi huylu bir lezyon kaynaklı olsa bile mutlaka hekim değerlendirmesi gerekir.

  • Koltuk altında şişlik

Koltuk altında ele gelen lenf bezi büyümeleri, enfeksiyon dışı durumlarda meme kanserinin yansıması olabilir. Bu bölgedeki şişlikler çoğu zaman önemsenmiyor ama lenf bezleri aslında vücudun alarm verdiğini gösteriyor.

  • Şekil veya boyut değişimi

Prof. Dr. Cihan Uras “Memenin birinde, diğerine göre ani büyüme, asimetri ya da şekil değişikliği fark edildiğinde mutlaka doktora başvurulmalıdır. Kadınlar çoğu kez yavaş değişimleri fark etmediklerinden, düzenli şekilde ayna karşısında elle muayene çok önemlidir” diyor.

Prof. Dr. Cihan Uras, meme kanserinin tedavisinde en güncel yöntemleri şöyle anlattı;

Kişiye Özel Tedavi: Hedefe yönelik ilaçlar kanserli hücreleri hedef alır, sağlıklı dokulara az zarar verir. Her hastanın tümörü ve genetiği farklıdır, tedavi buna göre planlanır. Hormon reseptörü pozitif hastalarda anti-hormon tedavisi tümörün büyümesini yavaşlatıyor.

Onkoplastik Cerrahi: Kanserli dokuyu yeterli bir şekilde çıkardıktan sonra, plastik cerrahi işlemi de eklenerek ameliyat sonrası estetik açıdan doğal bir görünüm sağlanabiliyor.

İmmünoterapi ve Akıllı İlaçlar: Vücudun bağışıklık sistemini güçlendiren yeni nesil ilaçlar, bazı meme kanseri türlerinde önemli başarılar sağlıyor.

Daha Hassas Radyoterapi: Yeni teknolojilerle ışın tedavisi sadece hastalıklı bölgeye yoğunlaştırılarak yan etkiler azaltılıyor ve çevredeki diğer organların zarar görmesi de engelleniyor. Yeni tekniklerle tedavi süresi kısaltılarak, hastanın işgücü kaybı en aza indirgeniyor.

Minimal Invaziv Yöntemler: Meme kanseri cerrahisinde lenf bezlerinin korunmasına büyük özen gösteriliyor, sadece birkaç lenf bezi örneği alınarak lenfödem ve diğer komplikasyonlar önleniyor.

Gırtlak kanseri kadınlarda ve gençlerde yaygınlaşıyor!

Halk arasında gırtlak kanseri olarak bilinen larenks kanseri, ülkemizde özellikle 50-69 yaş arası erkeklerde en sık görülen kanserler arasında 6. sırada yer alıyor. Acıbadem Üniversitesi Atakent Hastanesi Kulak, Burun ve Boğaz Hastalıkları (KBB) Uzmanı Doç. Dr. Yetkin Zeki Yılmaz, özellikle sigara ve alkol kullanımı ile çok yakın ilişki gösteren gırtlak kanserinin, son yıllarda kadınlarda ve gençlerde de artış gösterdiğini belirterek “Özellikle genç bireylerde yaygınlaşan sigara kullanımının artması, gırtlak kanseri görülme yaşını maalesef erkene çekmiştir” diyor.

Gırtlak kanserinin (larenks kanseri) belirtilerinin çoğunlukla üst solunum yolu enfeksiyonu ile karışabildiği, bu nedenle tanıda geç kalınabildiği uyarısında bulunan Doç. Dr. Yılmaz, özellikle 3 haftadan uzun süren ses kısıklığı ve boğazda takılma hissinin mutlaka araştırılması gerektiğini vurguluyor. KBB Uzmanı Doç. Dr. Yetkin Zeki Yılmaz, gırtlak kanserinde en sık görülen ve ihmale gelmez belirtileri sıraladı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Sigara ve alkol kullanımı, yapılan tüm bilimsel çalışmalarda gırtlak kanserinin önde gelen nedenleri arasında yer alıyor. Acıbadem Üniversitesi Atakent Hastanesi Kulak, Burun ve Boğaz Hastalıkları (KBB) Uzmanı Doç. Dr. Yetkin Zeki Yılmaz, “Gırtlak kanserinde en önemli risk faktörleri sigara ve alkol kullanımıdır. Bu ikisinin birlikte kullanılması ise riskin katlanarak artmasına neden olmaktadır. Sigara ve alkolün bırakılması larenks kanser riskini azaltsa da, genç popülasyonda ve kadınlarda sigara kullanım sıklığının artmış olması bu gruplarda görülen larenks kanserlerini arttırmaktadır. Özellikle genç bireylerde yaygınlaşan  sigara kullanımının artması, gırtlak kanseri görülme yaşını maalesef erkene çekmiştir” diyor. Doç. Dr. Yılmaz, diğer önemli risk faktörlerine yönelik şöyle konuşuyor: “Güncel veriler; kötü beslenme alışkanlıkları, obezite, kontrolsüz diyabet gibi metabolik bozuklukların da larenks kanserine bağlı ölüm oranlarını arttırdığını göstermektedir. Özellikle 65 yaş üzeri olanlar, ailede gırtlak kanseri öyküsü bulunanlar, mesleki olarak asbest, boya, ahşap tozu ve metal dumanları gibi zehirli maddelere maruz kalanlar, gastro-özefageal reflü hastaları ve Human Papilloma Virüs (özellikle tip 16) bulunanlarda risk çok daha fazladır.”

Doç. Dr. Yetkin Zeki Yılmaz

Doç. Dr. Yetkin Zeki Yılmaz

Gırtlak kanserinde bu belirtileri önemseyin!

Gırtlak kanserinin en sık ses tellerinden kaynaklandığını, bu nedenle ses kısıklığının ilk ve en erken belirti olduğunu vurgulayan Doç. Dr. Yılmaz “Fakat gırtlağın üst kesiminden kaynaklanan tümörlerin belirtileri daha sinsi olup; yutma güçlüğü, boğazda takılma hissi vb  müphem semptomlar ile kendini gösterebilir. Bu nedenle tanı alması gecikebilir. Kanlı balgam, nefes darlığı, boyunda şişlik gibi şikayetler sıklıkla ileri evreye işaret eder” diyor.

Ses kısıklığı, yutma güçlüğü ve boğazda takılma hissi gibi belirtilerin larenks kanserine özel olmayıp, basit bir üst solunum yolu enfeksiyonunda bile görülebildiğini belirten Doç. Dr. Yılmaz sözlerine şöyle devam ediyor: “Önemli olan bu belirtilerin ne kadar süre olduğudur. Örneğin; 1 aydır geçmeyen boğazda takılma hissi veya 3 haftadan uzun süren ses kısıklığı gibi şikayetler mevcutsa ve özellikle kişinin sigara ya da alkol kullanımı, kötü beslenme alışkanlıkları vb risk faktörleri de varsa en kısa sürede bir KBB hekimine başvurmalıdır.”

Erken tanı, tedavinin yöntemini belirliyor!

Hastaların başlangıçta basit ses kısıklığı gibi olan bulgularının gecikildiğinde, nefes darlığı, kanlı balgam, ciddi beslenme problemleri, yutamama gibi sorunlara ilerleyeceğini belirten Doç. Dr. Yılmaz, “Bu durumda tedavi daha zorlu olacaktır. Kitlenin giderek büyümesi, gırtlakta tıkanmaya ve acil olarak nefes borusuna delik açılmasına (trakeotomi) neden olabilir” diyor. Erken tanının hayat kurtardığını vurgulayan Doç. Dr. Yılmaz, tanının muayenehane koşullarında ağrısız ve endoskopik olarak yapılabildiğini belirterek “Kişi ne kadar erken tanı alırsa tedavi seçenekleri de daha az girişimsel olacaktır. Her kanserde olduğu gibi larenks kanserinde de erken tanı, hem fonksiyonları korunmuş bir tedavi seçeneği sunar hem de hayat kurtarır” diye konuşuyor.

Tedavide en güncel yöntemler

KBB Uzmanı Doç. Dr. Yetkin Zeki Yılmaz, en güncel tedavi yöntemlerini şöyle anlatıyor: “Konuşma, yutma ve nefes alma larenksin temel görevidir. Erken evre tedavi yöntemlerinde bu fonksiyonların çok büyük kısmı korunabilmektedir. Erken evre tümörlerde tedavi yöntemleri; Trans-oral LAZER Cerrahisi (boğaza delik açılmadan ağız içerisinden, gırtlaktaki tümörün LASER ile çıkarılması), Trans-oral Robotik Cerrahi (boğaza delik açılmadan ağız içerisinden, gırtlaktaki tümörün robotik cerrahi ile çıkarılması), Açık Parsiyel Larenjektomiler (gırtlağın bir kısmı korunarak tümörlü bölgenin çıkarılması) veya Radyoterapidir. İleri evre tümörlerde ise birkaç tedavi yöntemi bir arada uygulanmaktadır. Gırtlağın tamamının alınması konuşma fonksiyonunun bir daha olamayacağı korkusuyla hastalarımız tarafından çekinilen bir cerrahi gibi gözükse de birçok hastamız bu cerrahi sonrası konuşma protezi aparatları ve özefageal konuşma (yemek borusundan konuşma) ile anlaşılabilir bir konuşmaya sahip olabilmektedirler.”

Demansın en önemli sebebi ileri yaş olsa da…

Günümüzde çoğumuzun yakındığı ‘unutkanlık’ özellikle ileri yaşın doğal bir sonucu olarak düşünülse de aslında demansın, bir başka deyişle bunamanın ilk sinyallerinden biri olabiliyor! Yaşam süresinin uzamasıyla birlikte demans dünya çapında giderek artan hızla yaygınlaşıyor. Dünyada her yıl yaklaşık 10 milyon kişiye demans tanısı konulduğu ve 2021 yılında bu sayının 57 milyona yükseldiği belirtiliyor. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Ayla Sifoğlu, demans sorununda erken tanı ve tedavinin büyük bir önem taşıdığını belirterek, “Demansın kesin bir tedavisi olmasa da hem hastalara hem de bakımını üstlenen kişilere destek olmak için çok şey yapılabilmektedir. Sosyal hayata katılmak, fiziksel ve zihinsel olarak olarak aktif olmak demans hastalarının yaşam kalitelerini yükseltirken, bazı ilaçlar da hastalığın ilerlemesini yavaşlatmaya ve semptomların yönetilmesine yardımcı olabilmektedir. Bu nedenle, demansın ilk belirtilerinden olan unutkanlık günlük hayatın yoğunluğu veya ileri yaşın bir sonucu olarak düşünülmemeli, mutlaka bir hekime başvurulmalıdır” diyor. Nöroloji Uzmanı Dr. Ayla Sifoğlu demans riskini azaltan 10 önerisini sıraladı, önemli uyarılarda bulundu.

Nöroloji Uzmanı Dr. Ayla Sifoğlu

Dr. Ayla Sifoğlu

Günlük yaşamı etkileyecek şiddete ulaşıyor!

Demans, günlük yaşamı etkileyecek kadar şiddetli hafıza, dil, sorunları çözme ve diğer düşünme becerilerinin kaybını ifade eden genel bir terim. Zamanla sinir hücrelerini tahrip eden ve beyne zarar veren bir dizi hastalığın neden olabileceği bir sendrom. Genellikle bilişsel işlevlerde, yani düşünceyi işleme yeteneğinde biyolojik yaşlanmanın olağan sonuçlarından beklenenin ötesinde bir bozulmaya yol açıyor. Bilinç etkilenmese de bilişsel işlevlerdeki bozulmaya genellikle ruh hali, duygusal kontrol, davranış veya motivasyon değişiklikleri eşlik ediyor ve bazen de öncesinde görülüyor.

İlk akla gelen Alzheimer olsa da…

Demans denildiğinde ilk akla gelen Alzheimer olsa da aslında pek çok demans türü mevcut. Nöroloji Uzmanı Dr. Ayla Sifoğlu, beyni etkileyen çeşitli hastalıklardan ve yaralanmalardan kaynaklanabilen demansın ek sık görülen tiplerini şöyle özetliyor:

  • Alzheimer: Demansın yüzde 60-70 gibi yüksek bir oranı Alzheimer kaynaklı oluyor.
  • Vasküler demans: Beyinde mikroskobik kanama ve kan damarı tıkanıklığı sonucu gelişiyor ve demansın en yaygın 2’inci sebebini oluşturuyor.
  • Lewy cisimcikli demans: Sinir hücreleri içinde anormal protein birikmesi nedeniyle ortaya çıkıyor.
  • Frontotemporal demans: Beyin ön lobunun dejenerasyonu sebebiyle görülüyor.

Obeziteden hipertansiyona…

İleri yaş demansın en önemli risk faktörü olarak karşımıza çıkıyor.  İlerleyen yaşın yanı sıra genlerdeki mutasyonun da demans için 2’inci en büyük risk faktörünü oluşturduğuna işaret eden Nöroloji Uzmanı Dr. Ayla Sifoğlu, “Örneğin, Alzheimer hastalığı olan her 3 hastadan neredeyse 2’sinde en az bir ApoE4 gen kopyası bulunmaktadır” diyor. Bunların yanı sıra kan basıncı yüksekliği  (hipertansiyon), kan şekeri  yüksekliği (diyabet), aşırı kilo veya obezite, sigara kullanımı, çok fazla alkol tüketimi, fiziksel olarak hareketsiz bir yaşam sürmek, sosyal olarak izole olmak, zihnen aktif olmamak ve depresyon da sık izlenen risk faktörleri arasında yer alıyor. Ayrıca beslenme yetersizlikleri ve hava kirliliği de riski artırıyor.

İşitme kaybı demans riskini artırıyor

İşitme kaybı bile demans için önemli bir risk faktörünü oluşturuyor. Nöroloji Uzmanı Dr. Ayla Sifoğlu, 40-50 yaş grubunda gelişen işitme kaybının demans riskini ortalama yüzde 90 oranında artırabildiği uyarısında bulunarak, “İşitme sorunları olan kişilerin sosyal ortamlardan uzaklaşma ve zamanla daha fazla izole olma, depresyona girme olasılığı daha yüksektir. Sosyal izolasyon ve depresyon da demans için risk faktörleridir. İşitme kaybı ayrıca sesleri ve konuşmayı anlamamıza yardımcı olan beyin bölgelerinin seslerin ne olduğunu anlamak için daha fazla çalışmaları gerektiği anlamına gelebilir. Bu ek çaba, hafızamızı ve düşünme yeteneklerimizi etkileyen beyinde değişikliklere yol açabilmektedir” diyor. İşitme kaybının düzeyinin ve ne kadar sürdüğünün demans riskini etkilediğini belirten Dr. Ayla Sifoğlu, “Ancak bu, işitme kaybı olan bir hastada mutlaka demans gelişeceği değil, sadece risklerinin daha yüksek olduğu anlamına gelir. Demans riskine karşı işitme sağlığını korumak için yüksek sesli ortamlardan kaçınılmalı, işitme testi yaptırmalı ve ihtiyaç halinde işitme cihazı kullanılmalıdır” bilgisini veriyor.

Genç yaşta başlayan demansa dikkat!

Demans için bilinen en güçlü risk faktörü ileri yaş olsa da biyolojik yaşlanmanın kaçınılmaz bir sonucu olmuyor. Ayrıca demansın ilk belirtileri her 100 hastadan 9’unda 30 – 65 yaşları arasında ortaya çıkıyor. Yani, her 10 hastadan yaklaşık 1’inde erken yaşta görülüyor ve bu tablo “genç başlangıçlı demans” olarak adlandırılıyor.  Bu demans türü genellikle stres, anksiyete, depresyon veya menopoz gibi sorunlara bağlandığı için tanısı gecikebiliyor.  Demanslı genç hastalarda ileri yaştaki hastalara nazaran ilk belirtilerden biri olarak hafıza kaybı daha nadir görülüyor. Bu hastalarda ilk sinyaller genellikle dil, görme veya davranış sorunları oluyor. Ayrıca hareket, denge ve koordinasyon problemleri de gelişebiliyor. Nöroloji Uzmanı Dr. Ayla Sifoğlu, “Bir kişinin neden diğerinden daha erken yaşta demans geliştirdiğini söylemek genellikle zordur. Ancak, genetik yatkınlığın önemli bir rol oynayabildiğini biliyoruz. Öyle ki genç yaşta demans hastası olan yaklaşık her on kişiden 1’inde demansa neden olan gen tespit edilmektedir” diyor. Dr. Ayla Sifoğlu, demansın erken yaşta felç geçirmek, travmatik beyin hasarı, bazı enfeksiyonlar ve aşırı alkol kullanımı gibi genetik olmayan nedenlerle de genç insanlarda gelişebileceğini söylüyor.

Bu belirtilerde zaman kaybetmeyin!

Demansın, özellikle erken evrede en yaygın görülen belirtilerinden biri, yakın zamanda öğrenilen bilgilerin ve yaşanan olayların unutulması oluyor. Eşyaları kaybetme veya yanlış yere koyma, yürürken veya araba kullanırken kaybolma, tanıdık yerlerde bile kafa karışıklığı yaşama, zamanı karıştırma, konuşmaları takip etme veya kelime bulmada zorluk, sorun çözme veya karar vermede güçlük, aynı soruları tekrar tekrar sorma, diğer belirtileri arasında yer alıyor. Hafıza kaybı nedeniyle endişeli, üzgün veya öfkeli hissetme, kişilik değişiklikleri, uygunsuz davranışlarda bulunma, işten veya sosyal aktivitelerden çekilme gibi yaygın ruh hali ve davranış değişiklikleri de izleniyor. Demans ilerledikçe hastalar aile üyelerini veya arkadaşlarını tanımayabiliyor, kişisel bakım konusunda yardıma ihtiyaç duyuyor.

Kesin tedavisi olmasa da ilerlemesi yavaşlatılıyor!

Kesin bir tedavisi olmasa da bazı ilaçlar demansın ilerlemesini yavaşlatmaya ve semptomlarının yönetilmesine destek oluyor. Ayrıca kan basıncını ve kolesterolü kontrol altına alan ilaçlar da vasküler demansa bağlı beyinde ek hasar oluşmasını önleyebiliyor. Fiziksel ve zihinsel olarak aktif kalmak, sosyal hayata katılmak da demans hastalarının yaşam kalitelerini yükseltiyor. Nöroloji Uzmanı Dr. Ayla Sifoğlu, “Hekimler her hasta için uygun tedaviyi düzenlemekte ve hastayı yaşam boyu takip etmektedir. Tedavide ihtiyaç halinde değişiklikler yapmakta ve hastalık süresince ortaya çıkabilecek sorunlar için gerekli desteği sağlamaktadırlar” bilgisini veriyor.

Demansı önlemek için 10 etkili öneri!

Nöroloji Uzmanı Dr. Ayla Sifoğlu, demansı önlemek için dikkat etmeniz gereken 10 önemli kuralı şöyle özetliyor:

  • Fiziksel olarak aktif olun. Yürüyün, koşun, dans edin, bisiklete binin, bahçede çalışın, ev işleriyle uğraşın.
  • Zihninizi aktif tutun. Yeni hobiler edinin, yeni bir dil öğrenin, kelime veya sayı oyunları oynayın.
  • Sosyal olarak aktif kalın. Aileniz, arkadaşlarınız ve çevrenizle sık sık görüşün, sohbet edin.
  • Beynin kan dolaşımının hasar görmemesi için diyabet ve obeziteye karşı önlem alın. Bu hastalıklarınız varsa kontrol altında olmasını sağlayın.
  • Kalbinizi koruyun ve tansiyonunuzu kontrol altında tutun.
  • İşitme duyunuzu koruyun. Yüksek sese maruz kalmayın, işitme sorunu yaşıyorsanız, gerekirse işitme cihazı kullanın.
  • Alkol tüketimini sınırlayın, asla sigarı içmeyin ve içilen ortamlarda bulunmayın.
  • Depresyon sorunu yaşıyorsanız mutlaka destek alın.
  • Kaliteli ve düzenli uyumaya özen gösterin. Uyku apnesi veya başka uyku sorunları yaşıyorsanız, tedavi olun.
  • Beyin sarsıntısına ve travmatik beyin hasarına karşı beyninizi riske atabilecek aktivitelerden uzak durum.

Hangi belirti hangi beyin hastalıklarının sinyali olabiliyor?

Gözlerde ani gelişen şaşılık, çift görme, görme alanında daralma, ani görme kaybı… Gözlerde gelişen bu tür sorunlar sadece göz rahatsızlıkları olarak düşünülse de aslında beyin kaynaklı bir problemin habercisi olabiliyor. Zira, beyinle ilgili birçok hastalık doğrudan görme yollarını veya göz hareketleri ile görsel fonksiyonları kontrol eden merkezleri etkileyerek çeşitli göz şikayetlerine yol açabiliyor. Acıbadem Kozyatağı Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Sevim Kuyumcu, görme işlevinin büyük bir kısmı beyinde gerçekleştiği için bu bölgede oluşan problemlerin doğrudan görmeyi de etkileyebildiğini belirterek, “Beyinden kaynaklanan göz şikayetleri genellikle beyin ve sinir sistemini etkileyen Multiple Skleroz, beyin tümörü, damar tıkanıklığı, travma veya iltihabi bir durum sonucunda ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, gözlerde oluşan sorunlarda bazen nörolojik değerlendirmenin de yapılması gerekmektedir. Bazen beyinle ilgili hastalıklar bu sayede erken dönemde teşhis edilebilmektedir. Bu nedenle, yıllık göz muayenelerinin düzenli olarak yaptırılması ve ani gelişen sorunlarda zaman kaybedilmeden göz hekimine başvurulması son derece önemlidir” diyor. Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Sevim Kuyumcu, gözlerde oluşan şikayetlerin hangi beyin kaynaklı hastalıklara işaret edebileceğini anlattı; önemli bilgiler verdi.

Dr. Sevim Kuyumcu

Dr. Sevim Kuyumcu

Gözlerde ani gelişen şaşılık ve çift görme

Normal şartlarda ve her şey yolundayken, düz bakışta gözlerimiz aynı seviyede duracak şekilde beyinden dengeli elektrik sinyalleri geliyor. Ancak bu denge kas ya da sinirden kaynaklı olarak bozulursa, şaşılık ortaya çıkabiliyor. Bu tablonun sebebi çeşitli kafa travmaları, beyin kanamaları, menenjit, beyin iltihabı ve beyin tümörleri olabiliyor.

Görme kaybı (Tam veya kısmi)

Ani görme kaybı, görmenin 5-10 saniye boyunca kısa süreli veya kalıcı şekilde kaybedilmesi olarak tanımlanıyor. Pek çok nedeni olan ani görme kaybının önemli bir kısmı da görme yolları ve beyinle ilgili oluyor. Göz siniri iltihabı (optik nörit) en sık rastlanan ve zaman zaman tekrarlayabilen etkenlerden birini oluşturuyor. Ayrıca, göz sinirine zarar veren toksik bazı ilaçlar ve maddeler de kalıcı veya tam görme kaybı yapabiliyor. Bunların yanı sıra MS (Multiple Skleroz) gibi bazı beyin hastalıkları da görme sinirini etkileyerek ani görme kaybına neden olabiliyor.

Göz bebeklerinde büyüklük farkı

Normal şartlarda göz bebeklerimiz güneşli ortamlarda küçülüyor  ve  retinaya düşen ışık miktarını azaltıyor. Loş ve karanlıkta ise göz bebeklerimiz büyüyerek daha fazla ışıkla iyi görmemizi sağlıyor. Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Sevim Kuyumcu, ancak beyne giden yollarda bir bozukluk oluştuğunda iki göz bebeği arasında belirgin bir fark geliştiğini belirterek, “Buna yol açabilecek durumlar arasında en önemlisi ve acil olanı, büyük damarlarda yırtılma ya da balonlaşma olup, göz bebeklerinde büyüklük farkıyla beraber ani ve şiddetli boyuna vuran ağrı veya baş ağrısı gelişmektedir” diyor.

Tek veya iki taraflı göz kapağı düşüklüğü

Üst göz kapağının göz bebeğini 2 milimetreden fazla örtecek kadar sarkması göz kapağı düşüklüğü olarak adlandırılıyor. Genellikle estetik bir sorun olarak görülse de aslında ciddi sağlık problemlerinden kaynaklanabiliyor. Örneğin, çocuklarda ve yetişkinlerde sonradan oluşan göz kapağı düşüklüğü kas-sinir iletim bozukluklarından beyin tümörlerine kadar değişen hastalıklara işaret edebiliyor. Bu nedenle, göz öncelikli olmak üzere,  gerekirse nöroloji muayenesinin de yapılması öneriliyor.

Görme alanında daralma

Normalde karşıya baktığımızda ellerimizi yanlarda oynatırsak o bölgeye bakmasak bile parmaklarımızın oynadığını görürüz Bu bizim görme alanımızın genişliğini gösteriyor. Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Sevim Kuyumcu, özellikle optik nörit gibi optik sinir hastalıkları ile yavaş ilerleyen beyin tümörlerinde görme alanında sinsi bir kayıp oluştuğunu vurgulayarak, “Hasta bunu ‘gözümün bir tarafına perde inmiş’ gibi diye tarif edebilir veya ‘baktığım yerde bir bulanıklık var, bir kısmını göremiyorum’ diye  anlatabilir” bilgisini veriyor.